25 Eylül 1825 tarihinde ilk tren hattı Stockton-Carlington arasında hizmete açıldı. O zamana kadar dünyada herkes hala Homeros zamanındaki gibi seyahat ediyordu. Yani namı diğer kaburga kıran at arabalarıyla. Çok uzun bir süre bu ulaşım aracı gezginleri dünya yüzeyinde bir noktadan diğerine taşıdı.
At üstünde veya yürüyerek seyahat etmek istemeyen gezginler posta arabası ile bunu gerçekleştirmek zorundaydı. O dönemin en lüks, hızlı ulaşım aracı olarak at arabaları şehirleri hatta ülkeleri birbirine bağlıyordu. O zamana kadar görülen en lüks ve rahat ulaşım aracı olan at arabaları çok yenilikçi olup aynı zamanda oldukça da işkenceli olduğu aşikâr. Bir kesim bu yeni aracı benimserken, örneğin 1558’de Kont Julius von Braunschweig gibi kişiler, erkekliğe yakışmayan at arabalarının kullanılmasını, “Faytona binmenin, tembellik etmek ve ense yapmakla aynı anlama geldiğini” gerekçesiyle yasaklamıştı. Aslında her dönemin, her ulaşım aracının meseleleri gibi.
Söz konusu dönemlerde mil taşları ile ne kadar mesafenin geri kaldığı, posta menzillerinde dinlenmiş atlar, yedek tekerlekler, at arabası tamircileri, yemek ve yatak hazır bulunurdu. Amaç işkenceli bir yolculuğu en rahat hale dönüştürmek, ama elbette bununla bitmiyordu…
O dönemim seyahat günlüklerine baktığımızda at arabası ile seyahat etmenin ne kadar güzel ve iyi olduğu belirtilirken aynı zamanda ne kadar da zor bir ulaşım olduğu hatta zaman zaman işkenceli olduğu ifade edilirdi. 16. Yüzyılda bir gezginin günlüğünde şunlar yazıyordu: “Ah Yolculuk, seni gidi çetin ceviz, karnıma giren ağrı gibisin! Pireler nasıl da ısırıyor, nasıl da sert çarşaflar. Ah benim ahmak kafa neden çıktın sanki yola?”
Her güzel olanağın elbette bir açmazı söz konusuydu. Burada da birazcık bu nahoş deneyimlere değineceğiz. Bu anılar yolcuların yürek parlayan, ruhları, vücutları ve bütçelerini sarsan şikâyetler ile dolu. At arabaları genellikle altı veya sekiz kişilik olup daha fazla eşya taşıması için uzun tasarlanırdı. Bu at arabaları tasarlanırken ne yazık ki denge unsuru pek fazla düşünülmezdi ve dönemin en sıkıntılı açmazlarından biri sürekli devrilen at arabalarıydı. Dengesiz gövdeler bagaj, posta ve kargo taşımak üzerine kurgulandığından, gerçekleşen kazaların sonucu genellikle yolcular bu eşyaların altında kalarak ciddi anlamda yaralanabilirdi. Yolcuların kolu veya boynu kırılacağına at arabasının yüklenmiş olduğu kargo altında ezilme tehlikesi ile karşı karşıya kalırlardı. Yukarıda da belirttiğim gibi sadece bu nedenden dolayı at arabalarına mengene, yürüyen kemik kutusu, kemik kıran ilkel canavar gibi isimler takıldı. Hatta bazı kaynaklara göre söz konusu arabalar suçluların suçlarını itiraf etmeleri için kullanıldığı bile iddia edilmiştir. Varın siz düşünün artık…
Bir atasözüne göre “at arabasıyla seyahat eden birisinin hamal kadar kalın sırta ve bir prens kadar parası olması gerekir,” denir. Bunun bir benzer atasözü Çin’de vardır; “Bir Mil on bir darbe.” Sadece bu nedenlerden dolayı seyahat eden insanların birbirinden keyif alma, birbirini tanıma olanağı olmayıp tamamıyla yolun ceremesini birlikte omuzlayan birer yoldaş modunda bürünmeleri içten bile değildi. Oysa geçilen o kadar güzel manzaralar, köyler ve deneyimlenecek güzellikler vardı ki bunların hepsi yolculuğun işkencesiyle umursanmayıp bir an evvel sadede gelme çabası için son durağa ulaşma duaları ile süsleniyordu. Yoldaki haydutlar, inanılmaz koşullarda olan pansiyonlar, kırılan akslar, yaralanan atlar, zilzurna olan at sürücülerin hepsi var olan durumun vahametine ilave tuz ve biber idi.
At arabası ile yapılan yolculukların dayanılmaz boyutlara ulaşmasıyla birlikte maddi olanağı olan kişiler kendi at arabalarını yaptırmaya başladı. Günümüzde kendi jetlerini kullanan zenginler gibi. Bu kişilerin at arabaları özel tasarlanıp sadece at değiştirmekle yetiniyordu. Çift yaylılardan tutun, sarsıntıları absorbe eden özel mekanizmalar ile bezenmiş yeni arabaların hepsi kalite anlamında birbirleri arasında yarışıyordu. Günümüzdeki araba modelleri arasındaki azgın kapışma gibi. Bazı zengin kişiler o kadar büyük araba yaptırıyor di ki tüm ailelerini yanlarında taşıyabiliyordu. Bu özel tasarlanmış araçların bazılarında yemek yenebiliyor, yazı yazılabiliyor, içki içilebiliyor hatta gerekirse rahatlıkla uyunabiliyordu. Bu tür araçlar içerisinde en bilinen ve övgüyle bahsedilen Goethe’nin arabasıydı. Bu araba söz konusu dönemin tüm gelişmiş teknolojisine göre tasarlanmıştı. Öyle ki seyahatleri boyunca Goethe’nin sekreteri arabada üstadın söylediklerini yazıya dökebiliyordu.
Ancak her şeye rağmen hala yol süreleri çok uzundu. Ekspres posta arabaları çok az mola alıp, sık sık at değiştirerek bu süreyi nispeten kısalttı ancak yine de istenilen hıza erişilemedi. Bunun için insanları, trenleri beklemesi gerekiyordu.
Görüldüğü üzere seyahat tarihi içerisinde ulaşım araçlarının gelişimi her zaman heyecanla karşılandı. İlk dönemlerden yeniçağa geçiş süreci oldukça uzun olmasına rağmen bu katmer katmer hızlandı ve insan tren, gemi, uçak ve jetler ile tanıştı. Yakında roketler ile seyahat etmeye hazırlanıyor. Bunların da zamanla hatta şimdiden açmazları konusunda sesler yükselmeye başladı. Verdikçe daha fazlasını isteyen insan bakalım yakın gelecekte seyahat araçlarını nasıl ve hangi yöne çekiştirecek. Şimdiden heyecan verici örnekler gün ışığına çıkmaya başladı. Sonuçta bu bir gelişim, evrim ve insanın talepkarlığına cevap veren bir organik oluşum.
Bizler görür müyüz bilemiyorum ama bunu hissetmek bile oldukça heyecan verici.