Türkler Anadolu’ya Orta Asya’dan geldiler. Bu ilkokuldan itibaren öğrendiğimiz, ulus olarak tarihimizin en önemli bölümlerinden biri olarak kabul ettiğimiz, uzun ve zorlu bir göçtür. Genel hatlarıyla IIX. yüzyıl ila XII. yüzyıl arasında batıya göç eden bu topluluklar, doğal olarak birçok yerde duraklamış ve bölge halkları ile nitelikli ilişkiler geliştirme olanağını da elde etmiştir. Bizler genellikle bu zor yolculuğu başaran Türkleri yaşadıkları bütün dış etkenlerden soyutlayarak yüceltmekle yetinir ve sanki Anadolu’ya ulaştırdıkları tüm değerlerin tamamen onlara ait olduğunu varsayarız. Oysaki bu süreçte bir baştan diğerine kat ettikleri ülkeler Türklerin devlet kurma yeteneklerinde, sosyal yaşamlarında, düşünce yapılarında, inançlarında, konuştukları dilde, edebiyatlarında, dinledikleri müzikte, el sanatlarında, süsleme becerilerinde ve bunun benzeri birçok konuda derin izler bırakmış, hatta belirleyici rol oynamıştır.
Bu saptamaları yapmak, tarihsel süreç içinde Türklerin önemli işler yaptığı, hatta tarihin akışını etkilediği gerçeğini ortadan kaldırmaz. Çünkü Türkler uzun göçleri sırasında her fırsatta inisiyatif kullanmış, bulundukları ülkelerin koşullarına uymayı bildikleri kadar o koşulları kendi yararlarına tekrar şekillendirmeyi de bilmiş ve her koşulda devlet kurup var oldukları ülkelere hükmetmişlerdir. Bunun yanında, karşılaştıkları birçok yerel kültürel, sosyal ve siyasal değeri kendilerine mal etmeyi bildikleri gibi bunları uzun yolculukları boyunca ulaştıkları ülkelerin yararına da sunmuşlardır.
İran... Orta Asya ile Anadolu arasında bütün yolların mutlaka geçmesi gereken bir boğaz niteliğindeki bu ülke, Türklerin batıya göçü sırasında uzun yıllar durakladığı ve hatta kök saldığı yerlerin başında geliyor.
Türkler önce İran’ın kuzeydoğusunda yer alan ve tarihin bu döneminde günümüze nazaran çok daha büyük bir bölge olan Horasan’a ulaştılar. Önceleri göçebe karakterleri sebebiyle şehirlere giremeden, yerleşik düzenin hüküm sürdüğü bu uygarlığın kıyıcığında yaşamlarını sürdürmeye çabaladılar. Aralarından bazı gruplar yine de şehirli toplumlarla önemli ilişkiler geliştirmeyi başardı. Ancak bunun yanında birçok Türkün kötü muameleye maruz kaldığını, örneğin Semerkand gibi büyük şehirlerin köle pazarlarında satıldığını da unutmamak gerekir.
Yukarıdaki anlatımdan, Türklerin uygarlıktan nasibini alamamış bir topluluk olduğu sonucu çıkmamalı. Burada söz konusu olan yerleşik düzen toplumu ile göçebe toplumun farkı ve şehirde önceden yer tutmuş olanın yeni gelen karşısındaki konumunun tartışılmaz üstünlüğüdür.
Nitekim sonraları siyasi ve askeri gücünü yavaş yavaş tüketen şehirli patronlarından yönetimi devralmayı başaran Türkler, Horasan’ın tümüne hâkim olan Gazneliler Devleti’ni kurdular. Bu ilk adımdan sonra da İran Selçuklu Devleti’ni kurarak çok kısa bir süre içinde tüm İran’a hâkim oldular. Sonunda tarihin akışı öylesine bir gelişim gösterdi ki koskoca İran’ın tüm mirasını devralmak ve bu mirasın üzerine serpilmiş ölü toprağını süpürmek onlara nasip oldu. Bu sayede İran küllerinden yeniden doğdu.
Peki neydi bu miras?
MÖ XV. yüzyıl ila MÖ X. yüzyıl aralığında, Medler ve Persler olarak tanımladığımız iki göçer toplum Orta Asya’dan İran’a geldiler. Onlar da tıpkı Türkler gibi, öncelikle var olan sisteme eklendiler. Yavaş yavaş şehirli yaşamına uyum sağlayıp Elam Devleti gücünü yitirdiğinde onların yerini aldılar. Ardından tarihin en önemli imparatorluklarından biri olan Ahameniş İmparatorluğu’nu kurdular. Bu imparatorluk oluşturduğu anayasal şemsiye altında bireysel anlamda inanç özgürlüğünü sağlarken, kölelerin dahi ücretsiz çalıştırılmasını yasaklamak gibi söz konusu dönem için devrimsel nitelikte düzenlemeler getirerek yirmiden fazla ulus ve ülkeyi ortak idealler çevresinde buluşturmayı başardı.
Ahameniş Barışı olarak adlandırdığımız, MÖ 550-330 yılları arasına tarihlenen bu dönemde yaygın ve etkin bir küreselleşme olgusu meydana geldi. Bu ortamda fikirler daha kolay buluşabildiler. Yeni buluşlar birbiri ardına daha çabuk ortaya çıktı. Yüksek nitelikli tarım, üretim ve ticaret yanında mimari, şehircilik, güzel sanatlar olağanüstü bir gelişme gösterdi ve geçmişin en nitelikli şehirli toplumları oluştu. Büyük İskender’in söylediği gibi, “güneşin aydınlattığı en zengin kent” Persepolis’in varlığında simgeleşen muhteşem İran Ülkesi böyle doğdu. Ne yazık ki bu sözleri söyleyen Büyük İskender Ahameniş İmparatorluğu’na son veren kişi de oldu. Bu şekilde kesintiye uğrayan bu gelişim, daha sonra yine İran’da kurulan Sasani İmparatorluğu tarafından devam ettirildi.
MS VII. yüzyılda oyunun kuralları ve aktörleri önemli bir değişiklik geçirdiler. Dünya yeni bir semavi dinle tanıştı. İslam, önce Mezopotamya’ya hâkim oldu, oradan da yüzünü doğuya, dolayısıyla İran’a çevirdi. “Hz. Ömer’in Orduları” adıyla simgeleştirdiğimiz bu din destekli askeri harekat İran’ı baştan başa teslim almaya çalışırken çoğu yerde acımasızca davranmaktan da geri kalmadı. Araplar kendi düşünceleriyle uyuşmayan ve kökleri çok derinlere inen yukarıda bahsettiğimiz uygarlık manzumesi ile karşılaşınca, tahakküm altına alamadıkları bu ülkede kendi düzenlerini zorla kurmaya çalıştılar. Bu baskıya karşı koymaya çalışan İran’da devlet yavaş yavaş eridi, Sasanilik ortadan kalktı. Ayakta kalanlar İran’ın doğusuna yani Horasan’a doğru yığılmaya başladı. Ve sonunda kendi içinde devlet yaratamaz hale gelen İran’da, Orta Asya’dan gelip ilk zamanlarda bölgede sadece kendine yer edinmeye çalışan Türk toplumu, zamanı geldiğinde İranlı patronlarının yeriyle birlikte, yukarıda kısaca tarifi yapılan muhteşem mirası da devraldı.
Biz bu devleti Gazneliler olarak adlandırıyoruz. Bu devlet yerini, tarihin akışı içinde çok kısa sayılacak bir zaman diliminde, yine Türk kökenli İran Selçuklu Devleti’ne bıraktı.
Selçuklu Devleti’ni dikkatle incelemek gerekir. Devlete adını veren Selçuklu topluluğu Horasan’a gelmeden önce Hazar Krallığı etki alanında ve bu krallığın güney sınırlarında vasal konumda bir topluluktu. Dolayısıyla Selçuklular, Orta Asya’yı büyük göçün başlarında terk etmiş, önce kuzeybatıya yönelmiş ve bu nedenle burada İslam’ın etkisinden uzak kalmaya çalışan topluluklarla işbirliği yapmış, bazı evrimlerden geçmiş olmasına rağmen Orta Asya’daki kökleriyle bağlarını da kopartmamıştı. Nüfusunu 100.000-200.000 arasında tahmin ettiğimiz bu topluluk ikinci aşamada X. yüzyılın sonuyla XI. yüzyılın hemen başında Horasan’a doğru hareketlendi.
Selçukluların Horasan’a yöneldikleri bu devirde, Orta Asya’dan batıya doğru göç devam etmekteydi. Bu zaman dilimi içinde, Horasan’a ulaşan Türkmen toplulukların nüfusunu 1.500.000 civarında tahmin ediyoruz. 1000-1030 yılları arasında bölgeye ulaşan gruplar o dönemde var olan Gaznelilere biat etmektense Selçuklularla birlikte hareket etmeyi tercih ettiler; Selçukluları kendilerine çok daha yakın hissettiler. Böylece gövde başla buluştu; önce Horasan’ı, ardından da bütün İran’ı elde etti.
Bu buluşmanın ardından tam iki yüzyıl boyunca Türkler İran’a hâkim oldular.
Bu günlerde yaşayan ünlü bir Horasanlı, büyük düşünür-yazar Firdevsi, olan bitene seyirci kalmadı. Sürecin daha en başında, henüz Gazneli Devleti yönetimi ele geçirmeden, son İran kökenli hanedan olan Samaniler döneminde şahların kitabı Şahname’yi yazmaya başladı. Amaç İranlıya ülkenin asıl sahibinin kendisi olduğunu hatırlatmak, kahramanlık dolu bir tarihi olduğunu unutturmamak ve şartlar ne olursa olsun ülkesine sahip çıkması gerektiğini vurgulamaktı.
Firdevsi’nin Şahname’si 60.000 beyittir. Bunun 21.000 beyit kadarı Türklerle İranlıların bitmek tükenmek bilmez mücadelesinden bahseder. Şahname’nin başlangıcında Firdevsi “Ben Acemim,” der. Acem kelimesiyle, İranlı olduğundan ziyade Arap olmadığını ifade eder. Dolayısıyla İran uygarlığının asıl düşmanı olarak doğrudan Arap topluluğunu işaret eder. Bunun yanında Firdevsi, Şahname’nin başlangıcı sayılabilecek bir bölümünde de Türklerle İranlıların atalarının kardeş olduğunu açıkça ifade eder.
Onlar, efsanevi kahraman Feridun’un oğullarıydı: Irac ve Tur. Irac’dan İranlılar, Tur’dan Türkler türedi. Tarihin akışı yollarını “Güneşin Ülkesi’nde” (Horasan, bu anlama gelir) öylesine bir kesiştirdi ki iç içe yaşadıkları 400 yıl boyunca, bugün dahi yaşamımızın belirleyici öğeleri olan birçok şeyi ya birlikte yarattılar veya ortaya çıkmasında belirleyici oldular.
Daha sonra yollar ayrıldı. İranlılar İran’da kalırken Türkler Anadolu’ya geldi. Bu ülkede yerleşmek de zaman aldı. Bu süre zarfında denkler açıldı, dağarcıkta biriktirilenler özenle çıkarıldı. Yeni taşınılan bir evde yapıldığı gibi her şey özenle yeni yerine yerleştirildi. Cami, kervansaray, medrese, çarşı, çeşme, türbe, kümbet, minare, mihrap, kubbe, mukarnas, seramik, lahit, minyatür, hat Türklerle İranlıların muhteşem ortak geçmişini Anadolu’da yaşatmaya devam ettiler. Üstelik yerel renklerle zenginleşen bu öğeler değerlerine değer kattılar.
Türkler tüm bunların yanında bilhassa İranlılarla geliştirdikleri düşünce ürünlerini de Anadolu’ya taşıdılar. İşte bu sayede Horasan Erenleri’nden Hacı Bektaş turna kuşu kılığında havalandı ve Suluca Karahöyük’e kondu. Bu sayede Nişabur’da büyük mutasavvıf Feridüddin Attar’la daha çocuk yaşında karşılaşan Celaleddin-i Rumi Konya’da “gel, ne olursan ol yine gel” diye seslendi. İşte bu yüzden Anadolu’da Türkler tarafından hızla yayılan Sünni Hanefi mezhebinin kurucusu olan İmam Ebu Hanife’nin hocaları arasında Şiiliği kurumsallaştıran İmam Cafer Es Sadık’ın da bulunmasının bir mahsuru olmadı.
Anadolu’ya ulaştırılan en önemli kavramlar arasında toplumsal düzen ve devlet kurumu ile ilgili olanlar da var. Horasan’da “biste olmak” ile başlayan iktisadi kurumlaşma Anadolu’da yerini loncalara bıraktı. Ahilik teşkilatı tüm toplumu kapsadı. Başlangıçta içeriğinde sadece “ak budun” (soylu) ve “kara budun” (toplum) bileşenlerini barındıran göçebe devlet yapısı İran’da bunlara dinin gücünü de ekleyerek, önce İran sonra da Anadolu’da uzun yıllar ayakta kalmayı başardı. Devlet, hizmetinde kullanmak istediği personeli İran’da “gulam” olarak yetiştirirken aynı şeyi Anadolu’da Türkler “yeniçeri” olarak uygulamaya geçirdi.
* * *
En başa dönelim…
Türkler Anadolu’ya Orta Asya’dan geldiler. Yollar İran’dan geçti. Neredeyse dört yüzyıl bu ülkede yaşadılar. Bunun iki yüzyılı boyunca bu ülkenin hükümdarı oldular. Bu süre zarfında İranlılarla birçok ortak üretimleri oldu. Birçok şeyi Anadolu’ya taşıdılar.
Soru basit: İran’ı görmeden Anadolu’yu algılamanın bir yolunu biliyor musunuz?