Nefis bir seyahat güzergâhından daha cezbedici ne olabilir? Elbette bir film yıldızının sahne olarak kullandığı mekânlar. Gezip dolaşma arzumuzu bu güzergâhlar neden daha fazla tetikliyor bir bakalım isterseniz.
Sinemanın gücü tartışılmaz ve bu bir güzergâh ile birleştirilince ister istemez talepler de bir ivme gözlenmekte. Örneğin 2014 yılında Tom Cruise, Mission Impossible 5: Rogue Nation filminin çekimleri için Fas’taydı. Bir röportajında “ben Fas’ı çok sevdim, çok güzeldi,” demesi yılların reklam bütçesine bedel oldu. Ki nitekim bu film sonucunda Fas’a olan ilgi arttı. Aklında buraya gitme fikri dahi olmayan gezginler bir köşede bunu düşünmeye başladı.
Fas bu konuda oldukça şanslı zira Tom Cruise, bu zincirin ne ilk halkası ne de sonu. Marakeş’ten sadece iki saatlik mesafede olan Varzazat şehri pek çok filmin sahnesi oldu. Bunlar arasında 1962 yapımı Lawrence of Arabia, 1988 yapımı The Last Temptation Of Christ, 1999 yapımı The Mummy, 2000 yapımı Gladiator, 2004 yapımı Passion, 2005 yapımı Kingdom of Heaven, 2006 yapımı Babelve birkaç Games of Thrones bölümü yer alıyor. Görüleceği üzere Varzazat’ın şeceresi oldukça kalabalık ve iddialı. Ne de olsa taşlık çöl ve yemyeşil vaha doğal etkileşimi öyle kolay bulunur bir sahne değil. Nitekim dünyanın en büyük stüdyolarından biri olan Atlas Stüdyoları burada yer alıyor.
Eğer yolunuz Varzazat’a düşer ise, 30bin metre karelik bu stüdyoyu dolaşmanızı şiddetle öneririm. Her köşesinde bir filmden kalıntı ve anı görebilirsiniz. Bir yanda yıkılan merdivenler, sütunlar diğer tarafta savaş uçakları ve Sfens’ler. Bu kadar pek çok yapımcının bu stüdyoları sahne olarak seçmesinin en büyük nedeni eşsiz doğası ve ulaşılabilirliği
Varzazat, Fas’ın Ortadoğu kesiminde, Yukarı Atlasların Sahra tarafında, Varzazat Irmağı’nın vadisinde, bu ırmağın Dra Irmağı’yla birleştiği noktanın yakınında yer alır. Fas’ın Fransızlar tarafından işgali (1932-56) sırasında askerî bir karakol olarak kurulmuştur. Kent günümüzde de kalesi olan askerî bir merkez, aynı zamanda Tişka Geçidi üzerinde Marakeş’e bağlanan önemli bir karayolu kavşağı ve vahadır. Adının anlamı kabaca “ses yok”, daha güzel bir isim olabilir mi? Daha da önemlisi fazlasıyla bunun arkasında duruyor. UNESCO Dünya Miras Listesi’ndeki Ait Benhadoe Saray’ını da gitmişken görmeden dönmemek şart.
Kuzey Afrika’nın tozlu çöllerinden şimdi Çin’e uzanalım ve her bilim kurgu fanatiği için nefes kesen bir güzergâha gidelim. Çin’in Hunan Bölgesi’nde yer alan Zhangjiajie Dağlık bölgesindeyiz. Burayı görür görmez hemen hangi filmin sahnesi olduğunu anlayacaksınız ancak bulmaca oynamaktansa hemen ben yazayım; Avatar. Parmak uçlarını andıran, ağaçlar ile süslenmiş, bulutlar arasında sivrilen bu dağcıklar, Avatar filminin bence gerçek yıldızlarıydı. Filmin detaylarına girdiğinizde bu dağcıklarda çekilmediğini öğreneceksiniz ancak filmdeki hayali ay Pandora’nın “uçan dağlarının veya “Hallelujah Dağlarının” birebir ilham kaynağının nereden geldiğini anlamanız zor olmayacak. Keşke gerçeğinde çekimler yapılmış olsaydı zira kanımca ilham konusu olan bu güzergâh filmdeki her şeyden çok daha etkileyici. Yaklaşık 3100 tane kumtaşı dağcık, zaman zaman 800 metre gökyüzüne kadar süzülüyor. Göz kamaştıran yeşilliğin, fışkıran şelalelerin, akan nehirlerin ve esneyen mağaraların arasında her gözü mest ediyor.
1992 yılında Zhangjiajie UNESCO Dünya Miras Listesi’ne girmesi sürpriz değil. Hiç şüphesiz bu en çok bölgede cirit atan doğal hayvan yaşamını memnun etmiştir. Eğer buraya yolunuz düşer ise Avatar’ın 2,7 metre uzunluğundaki mavi uzaylılarını gözünüz aramasın, onun yerine başka hiçbir yerde göremeyeceğiniz Malak (Güneydoğu Asya’da yaşayan kuyruklu) olarak tanımlanan al yanaklı maymunları o daldan bu dala atlarken görebilirsiniz. Cana yakın olan bu hayvanlar turistler ile çok keyifli poz veriyorlar, bilhassa çikolata veya şeker hediye ederseniz; ama aman siz siz olun böyle bir şey yapmayın, uslu turist olun.
Buranın iki önemli özelliği daha var. Biri devasa eşsiz semenderlere sahip olması. Söz konusu canlılar kuyruklu kurbağa aslında ama çıkarttıkları ses aynen bir bebek gibi. Bundan dolayı yerel halk onlara bebek balık lakabını takmış. Diğer bir konu ise 20 Ağustos 2016’da açılan dünyanın en uzun cam köprüsünün (380 metre) burada olması, Çinliler haklı olarak bu köprüden gururla bahsediyor.
Avatar filminden daha etkili bir bölgeden bahsediyoruz. Zira burası doğal yaşantısı, güzellikleri, mistisizm ile nefesleri kesiyor ve David Cameron yapaylığı değmemiş hali ile. 2,5 Milyon yıllık Kumru Ağacı bilim adamlarına göre yaşayan bir fosil ve Zhangjiajie’nin en değerli varlıklarından biri. Özellikle Mayıs ayında kırmızı yaprakları aynen birer kumru gibi gelenleri selamlıyor. Japonya’daki tüm sakura (kiraz) ağaçlarını bir araya getirseniz dahi bu heybetli ağacın görkemine ulaşamaz.
Şimdi sırada pek çok hanım tarafından inanılmaz beğenilen bir film ve onun çekildiği güzergâhlar var. Filmimizin adı Eat Pray Love. Her ne kadar kadro Julia Roberts ve Javier Bardem gibi çok ağır toplardan oluşuyor olsa bile bence filmin çekildiği mekânlar her şeyi ve herkesi solda sıfır bıraktı. Elizabeth Gilbert’in çok satan biyografisinden uyarlanan 2010 tarihli film İtalya’dan Endonezya’ya, Bali’den Hindistan’a pek çok nefes kesen görüntülere sahip. Gilbert kendi dertlerinden arınmak ve farklı kültürlere dalmak için bu güzergâhlara ruhani bir serüvene çıkıyor. Dediğim gibi film senaryosu ve oyuncuları ile başarı sağlamış olabilir ancak burada görüntü yönetmeni ve elbette görüntülerin kendileri asıl yıldız. Bu film sonucunda pek çok gezi ortaya çıktığını söylemekte fayda var. Turistler bu filmde yer alan enfes manzaraları kendileri de yaşamak için söz konusu gezilere servet yatırdılar. Elbette işin ucunda Elizabeth Gilbert’in gezi lideri, Julia Roberts’ın gezide normal bir yolcu olacağı, Javier Bardem’in ise yerel rehber ve James Franco’nun otobüs şoförü olacağı hayali esprileri de yatmıyor değil. Ancak bazı turistler içinde bu tür seyahatlerin cidden olumlu sonuçlar verdiği gözlemlenmiştir. Ya kendisine bir sevgili, ya gittiği güzergâhta tecrübe ettiği bir deneyim ya da bir sorunu bu seyahat esnasında veya sonunda çözümlenmiştir. Sonuçta aslında seyahat etmek bir nevi tedavidir hem bedensel hem de beyinsel.
Film izlerken pek çok seyirci genellikle kendini kolay incilen karakterin yerine koyar. Eat Pray Love’ın başında da Liz Gilbert tamamıyla mahvolmuş bir durumda ve seyahatinin ilk bacağı ile birlikte kendini düzeltmeye başlıyor, tünelin sonundaki ışığa doğru adım atıyor. Bu filmi izlemiş olan pek çok kadın eminim kendisini bu konun ile örtüştürmüştür ve o enfes güzergâhlarda seyahat etmeyi hayal etmiştir. İşte film mekânlarının böylesi bir reklam gücü var. Pek çok projelendirilmiş reklamların bile elde edemeyeceği boyutta bir başarı ve oldukça organik.
Filmin içerisindeki bir diğer önemli unsur ise pray (dua et) kelimesine tekabül ediyor. O da filmin çekirdeği kabul edilen Şaman Ketut. Bu Şaman’ın Liz üzerindeki etkisi inanılmaz. Gerçek hayatta gerçekten bir Şaman olan Ketut’un filme kattığı ruhani değer ise zaman zaman doğal güzellikleri de arka planda bırakacak nitelikte. Bunların hepsi bir araya doğru zaman da geldiğinde doğru formül ortaya çıkıyor ve ciddi bir etkileşim dalgalanması oluşuyor. Elbette her film, kurgu ve içerik için bu formül işlemiyor.
Bir sonraki filmimiz Alex Garland’ın romanından uyarlanan, Danny Boyle’nin yönettiği 2000 tarihli The Beach. Burada genç Leonardo Di Caprio ve arkadaşları pastoral, sakin ve herkesten uzak bir Tayland adasına giderler. Film kritikler tarafından yerden yere vuruldu ama pek çok turizmcinin de yüzünün gülmesine vesile oldu. Özellikle genç gezginler sayısında inanılmaz bir patlama oldu. Sırt çantasını kapan pek çok genç Tayland’ın Koh Phi Phi sahiline akın etti. Herkes üstü açık yakışıklı ve güzel gençler görme umuduyla dünyanın yarısını kat etti. Tayland hükümetinin verilerine göre filmin yayınlandığı yıl %22 genç turist rakamında artış oldu. Yine bir reklam politikasıyla ancak üst üste yıllar zincirlemesi sonucu bu rakamlara ulaşılabilir. Oysa burada eleştirmenler tarafından hiç beğenilmeyen bir film olmasına rağmen Tayland için etkisi çok büyük oldu.
Filmlerin turizm sektörü üzerine etkisi oldukça kuvvetli. Bazen tüm amaç bu yönde olurken ters tepebiliyor ama bazen de hiç beklenmedik düzeyde ses getiriyor. Güzergahlara katkısı olan filmlerin listesi çok uzun.
Ancak ülkemize de değinmeden olmaz. Pek çok film ülkemizde de çekildi, bazıları istenilen dalgalanmayı yarattı bazıları ise sığ sularda etkisizleşti. Ben bura benim için kültürel etkisi çok önemli olan iki filme değinmek istiyorum. İlki Pier Paolo Pasolini’nin 1969 yapımı, Euripides’in M.Ö 431’de yazdığı Medea trajedisini konu alan film. Büyük çoğunluğu Kapadokya’da geçen bu filmin başrollerinde Yunan asıllı Maria Callas var. Her ne kadar tek bir nota şarkı söylemese bile varlığı ile filme inanılmaz bir dolgunluk katmakta. Kapadokya ve özellikle Göreme açık hava müzesinde çekilen film esnasında yerli ve yabancı basında pek çok haber çıktı. Bu süreçte hayatında Kapadokya’yı duymamış olanlar bir anda gözlerini bu eşsiz coğrafyaya çevirdi. Pasolini, yöresel özelliklerinin ağır basmadığı yalın “arkaik” bir bölge olduğu için filmine dekor olarak Göreme bölgesini seçtiğini belirtmişti. Ona göre Mitolojik çağlardaki bir köyün havasını verebilecek tek coğrafya burasıydı. Köylülerimizde bu filmin kalabalık figüran kadrosunu oluşturmuştu.
Ülkemizde pek çok eşsiz bölge var ancak ne yazık ki filmciler için pek pazarlayamıyoruz
İki Türk uzay pilotunun ütopik, trajikomik macerasının anlatıldığı film baştan sora Kapadokya’da çekilmiş. Yönetme Çetin İnanç filmin pek çok görüntüsünü özellikle Star Wars’dan araklamış. Filmi izlerken gülme, ağlama veya hayret krizine girebilirsiniz. Ancak, belki biliyorsunuzdur belki de şimdi öğreneceksiniz, bu film bir kült mertebesinde. Pek çok seyahatim esnasında uğradığım çizgi roman dükkânlarında Türk olduğumu öğrenince bana hemen bu efsanevi filmi sorarlar. Çok zor bulunduğu için ise bir kopyasını yollamam için yalvaranları bilirim. Hatta çok yakın bir zamanda ABD’deki Neon Harbor Entertainment şirketinden Ed Glaser, filmin 35 mm’lik orijinal bir kopyasını Türkiye’nin kuzeybatısında bulduğunu duyurdu. Daha önce Rambo’nun Türk yapımı taklidini de İngilizce alt yazılarıyla DVD olarak piyasaya süren Ed Glaser, şimdi 35 mm’lik orijinalini kullanarak Dünyayı Kurtaran Adam’ı “restore etmekle” meşgul.
Kısacası filmler pek çok reklam kampanyasından daha fazla etki ve iz bırakabiliyor. Bunun üzerine ne yazık ki Türkiye üstüne düşeni hak ettiği kadarıyla yapamıyor. Oysa James Bond’un en son bölümlerinden biri olan Skyfall’da az bir zaman Türkiye gösterilse bile oldukça fazla ses getirdi. Her ne kadar Osmaniye (Adana)’daki Varda Köprüsü İstanbul’un dışında bir köprü olarak lanse edilmiş olsa bile yurt dışı ve içinden bu köprüye çok fazla ilgi olduğunu söyleyebiliriz. Pek çok yerli turist bu köprünün varlığından bile habersizken bir anda ilgi oklarına maruz kaldı.
Elbette Türkiye bu konuda öksüz değil ama yeterli de değil. Bizlerin böyle reklamlara ihtiyacı var. Zira bu bölgeler, güzergâhlar bizim ellerimizin altında. Bunu pazarlamak kalıyor sadece, o da zor olmasa gerek. Hele hele turizmin yerle bir olduğu bu dönemlerde ayrıca filmciler teşvik edilmek zorunda. Hemen meyvesini yiyemeyebiliriz ama inanın maya bir defa tuttu mu gerisi çok kolay.
Akıllı filmler, akıllık senaryolar ve muhteşem mekânlar. Belki bir gün diyelim…
Film lokasyonları hakkında daha fazla bilgi edinmek isterseniz bu sayfayı sizlere öneririm: http://www.movie-l