Bir tanrı ve tarih güzeli, tabu;
Güneş ve sular mucizesi, bir giz...
Her zaman sonsuz elbet, İSTANBUL bu.
Körelen belki de biziz... kalbimiz.
Ahmet Muhip Dıranas
İstanbul, Asya ile Avrupa gibi iki yaşlı kıtanın ve Akdeniz ile Karadeniz gibi iki önemli denizin buluştuğu bir kavşakta kurulmuş, üç büyük imparatorluğa başkent olmuş bir emperyal destan, bir efsane.
Yaklaşık üç bin yıllık kesintisiz yaşamı ile, eşsiz coğrafyası, benzersiz tarihi, harika doğası, efsanevi görkemi ve kentte yaşayanların hâlâ bozamadığı güzelliğiyle dimdik ayakta. Ölümsüz bir kent.
İstanbul iki ayrı dünyayı, Doğu ile Batı’yı birbirine bağlayan bir köprü. Doğu’nun ucundaki Batı, Batı’nın ucundaki Doğu. İstanbul Doğu ve Batı uygarlıklarının harmanlandığı, antik Batı Anadolu kültürü ve Helenistik kültür üzerine yerleşen Roma kültürü ile Çin, Hindistan ve İran kültürlerinden süzülüp gelen, Altay mitosları, İslam efsaneleriyle bezenmiş bir kültürün örtüştüğü bir pota. Pagan, Hıristiyan, Müslüman, üç kültür bileşeninin beşiği. Doğu ile Batı’nın yalnızca geçmişinin değil, geleceğinin de kavşağı, kesişme noktası.
Muazzam bir kültürel miras içinde inançlar, dinler, diller, ırklar, kültürler cümbüşü. Bir dünya orta- oyunu. Bir dünya başkenti. Bu açıdan İstanbul’da sergilenen yalnızca ulusal değil, yaşayan evrensel bir kültür mirası. Bu nedenle de özellikle Tarihi Yarımada, algılanması, korunması, özenle dünyanın gelecek nesillerine aktarılması gerekli evrensel bir müze.
İstanbul’daki inançlar mozaiğini bir an düşünelim: Museviler, Sefardim, Aşkenazi, Karay; Selanikliler; Hıristiyanlar, Ortodoks Rumlar, Katolik Rumlar, Protestan Rumlar, Türk Ortodokslar, Protestan Türkler, Ortodoks Ruslar, Ukraynalılar, Bulgarlar, Rumenler; Gregoryen ya da Apostolik, Katolik, Protestan Ermeniler; Kadim, Katolik, Protestan Süryaniler; Keldaniler, Maruniler, Melkitler; Katolik İtalyanlar, Maltalılar, Fransızlar, Polonyalılar, Protestan Hollandalılar, Almanlar, İngilizler, Gürcüler, Levantenler, Yehova Şahitleri, Bahailer, değişik inançtaki Afrikalılar; Sünni ve Şii mezheplerinin değişik tarikatları, Aleviler, Bektaşiler, Şii İranlılar; Kırgız, Özbek, Kazak, Uygur “Türkleri”, Masonlar, Şamanizm, Budizm, “atalara tapkı” inançlarının tortularını savunanlar...
Camiler, kiliseler, sinagoglar, türbeler, mezarlar, ayazmalar, yatırlar, dedeler, azizler, tekkeler, cemevleri, Kuran kursları… Bir yanda kurban kesilir, kurşun döktürülür, muska yazılır, diğer yanda Boğaz’a haç atılır. Bir yanda çan çalınır, diğer yanda ezan okunur. Aynı anda kutsal mekânlarda Tevrat, İncil, Kuran-ı Kerim hatmedilir. İncil okunur kiliselerinde hem Yunanca, Latince, hem de Aramice, Arapça, Türkçe.
İnancın her türlüsü, paganizm, ateizm, ortodoksi, heterodoksi bu kentte örtüşmüş, sinkretik, çok boyutlu bir dokuya ulaşmış. Geriye kalan şu isimlere bakın: Manastır Mescidi, Vefa Kilise Camii, Küçük Ayasofya Camii, Panayia Hançeriotissa (Hançerli Meryem Kilisesi)... Birbirleriyle çelişen, ama birbirlerini etkileyen, inançlar, töreler, halklar çok renkli, çokkültürlü bir mozaik oluşturmuş.
Örneğin Ortaköy’de, Kuzguncuk’ta, yaşlılar yurdu Darülaceze’de cami, kilise ve sinagog yan yana duruyor. Silivrikapı Mezarlığı’nda Rum, Ermeni, Müslüman yan yana gömülü. Dünyanın hiçbir kentinde farklı dinsel, etnik grupların iç içeliği, birlikteliği, yan yanalığı bu düzeyde değil. Doğaldır ki, bu iç içelik belli bir hoşgörü yaratmış. İstanbul bu anlamda üç büyük tektanrılı dinin buluştuğu ve hoşgörü içinde bir arada yaşadığı bir kent.
Kent diller açısından hâlâ bir Babil Kulesi: Rumca, Ermenice, Ladino, Boşnakça, Bulgarca, Sırpça, Arnavutça, Abazaca, Çerkezce, Lazca, Gürcüce, Kıptice, Acemce, Arapça, Kürtçe... çok sayıda dil ve lehçe konuşuluyor. Bu dillerin ve İtalyanca, İspanyolca, Fransızca, Farsçanın eklemlediği ve eklemlenirken değişen yüzlerce sözcüğün oluşturduğu bir ortak dil ortaya çıkmış, ortak bir argo oluşmuş. Ya Kırım’dan, Balkanlar’dan, İspanya’dan, İtalya’dan, İran’dan, Mısır’dan, Mezopotamya’dan gelip birbirine karışan efsaneler…
Mutfağı ise sanki coğrafya dersi: Kırım çiğböreği, çerkestavuğu, Boşnakmantısı, elbasantava, papazyahnisi, Rum pilakisi, Acem pilavı, Türkmen kavurması, Rus salatası, Balkan, Cezayir, Kafkas, Halep çorbaları, arnavutciğeri, Tatar böreği, patlıcan Frenk dolması, Katalanya içbaklası, Endülüs kuşkonmazı, İspanya böreği (Pandispanya), Rumeli ıspanaklı böreği, Tunus baklavası, Babil revanisi, Şam tatlısı, Halep un kurabiyesi…
Bu kentte, kilise, havra, tekke müzikleri eğlence müziği ile örtüşerek iç içe geçmiş. Bu nedenle, bir “İstanbul’u Dinliyorum” konserinde olduğu gibi İstanbul Müezzinler Korosu ile Atina Bizans Korosu aynı anda birlikte söyleyebilmektedir.
Farklı coğrafyalardan taşınan, değişik kültürlerde biçimlenen farklı duygu ve düşünceler, töreler, gelenekler, farklı yaşam tarzları ile özel bir İstanbul kimliği yaratmış.
İstanbul olağanüstü bir coğrafya üstünlüğüne, bir jeopolitik büyüklüğe sahip. Doğa, İstanbul’u ayrıcalıklı kılmış. Son buzul çağı sonrasında suyollarının açılması, İstanbul Boğazı ile derin ve korunaklı doğal liman Haliç’in oluşumu, kuzey-güney, doğu-batı eksenlerinde, Karadeniz- Akdeniz, Balkanlar-Anadolu-Ortadoğu-Asya güzergâhında çok olanaklı bir coğrafya yaratmıştı. Böylesi bir olağanüstü coğrafya, kalıcı, çok boyutlu, rengârenk bir tarih getirdi. Coğrafya ile tarih İstanbul’da herkesi kendisine hayran bırakan bir bütünleşme oluşturdu. Görkemli bir efsanevi başkent, olarak coğrafya ve tarihin birlikteliğinden doğdu İstanbul.
İstanbul kökleri çok eskiye giden bir kültürel çeşitliliğe, çok kimlikli bir birikime ve insanı büyüleyen bir doğal mirasa sahip. İlk bakışta insanı çarpan da bu zaten. Dünyanın hiçbir kentinde, başkentinde böylesine iç içe geçmiş, çok yönlü, çok bileşenli bir kültürel birikim yok.
İlkçağ dünyasının büyükleri, Ur, Babil, Karnak, Luksor, Troya, Kartaca, Teotihuakan; antikçağdan Efes, Afrodisyas... bunlar artık yaşamayan kentler, tarihi birer örenyeri. Beycing, Yeni Delhi, Katmandu, Moskova, Lhassa, Londra, Paris, Prag, Sen Petersburg, New York, bunlar İstanbul’a göre dünün kentleri.
Atina, İskenderiye, Antakya, Roma ya da daha sonra gelen Bağdat, Şam… bunlar genelde tek kültürlü, tarihsel sürekliliğe, kesintisizliğe, çokkültürlülüğe sahip olmayan kentler. 17. yüzyılda Avrupa’da hâlâ İstanbul ile boy ölçüşebilecek bir kent yok. İstanbul bir emsalsiz kent (şehr-i yegâne), eşsiz, benzersiz, biricik bir şehir. İşte bu yüzden Napolyon, “Dünya tek devlet olsaydı, başkenti İstanbul olurdu” demiş. 16. yüzyılda İstanbul’a gelerek eski eserlerin topografyasını çıkaran ve çalışması hâlâ temel kaynak olarak kullanılan Pierre Gilles kitabının hemen başında şöyle der: “Diğer bütün kentler ölümlüdür, ama İstanbul, sanırım, insanlar var oldukça yaşayacaktır”. Bir Çinli yazar ise İstanbul için, “kentlerin kenti” demiş. Yaşadığı çağın İstanbul’unu ünlü yapıtında çok iyi betimleyen Anna Komnena bu kent için, “kentler kraliçesi” deyimini kullanmış. Biz “efsanevi başkent” diyoruz.
National Geographic Traveller dergisinin bir sayısında İstanbul yaşanası 10 kent arasında New York’tan sonra ikinci seçildi. Ünlü mimar Le Corbusier Geleceğin Kenti (1924) adlı eserinde İstanbul’u şöyle tanımlar: “Şimdi New York ile İstanbul’u karşılaştırırsak, diyebiliriz ki, birincisi kıyamettir, ikincisiyse bir yeryüzü cenneti… İstanbul bir meyve bahçesidir, bizim kentlerimiz ise taşocakları…” Le Corbusier’nin gördüğü İstanbul son 50 yılda bu özelliğini önemli ölçüde yitirdi, ama hâlâ farklı.
Dünyanın tüm büyük kentlerini gezdim, oralarda gruplar gezdiriyorum. Hiçbiri İstanbul’un doğasına, coğrafyasına, tarihine ve günümüzdeki canlılığına sahip değil. Son 50 yıl içinde kültürel miras dokusunda önemli tahribat olsa bile İstanbul gündüz ve gece cıvıl cıvıl yaşayan bir dünya başkentidir. Yüreği 24 saat pır pır eden, 24 saat çalışan, yiyen, içen, eğlenen, yaşayan, “her daim faal”, dinamik bir kenttir. İstanbul canlı, tutkulu, enerjik, ele avuca sığmaz, kıpır kıpır bir rüya şehirdir. Heyecan verici bir kestirilemezlikler, sürprizler şehridir.
İstanbul yaşadığı ekonomik, toplumsal ve siyasi gelişmenin yarattığı sorunlar yumağında son 50 yıl içindeki hızlı büyümesi ile dünyanın diğer bazı tarihi kentlerine, metropollerine yönelen tehditlere maruz kaldı. Plansız sanayileşme ile göç ve nüfus patlamasının acı sonuçları kenti tahrip ediyor, deniz ve sular kirleniyor, flora ve fauna önemli ölçüde yok ediliyor. Göç nedeniyle son 50 yılda nüfusu 8 kat, yerleşim alanı 100 kat arttı. Bizans ve Osmanlı dönemlerinde diğer kentlerin aleyhine büyüyen, o kentleri, kasabaları yiyen İstanbul, şimdi oralardan gelen kitlelerce yeniyor. Yeni gelenler İstanbul’u yeniden fethediyor, biçimlendiriyor. Ancak bu durum da geçici.
İstanbul gerçekte efsanevi Anka kuşu (simurg, phoenix) gibi zamanın yıkımına karşı koyarak tarih boyunca her defasında kendi küllerinden kendini yaratmıştır. Durmadan yeniden kurulmuştur. Her yüzyıl yeni bir çehreye bürünmüştür. Kuşatma, saldırı, salgın hastalık, yangın, deprem, terk edilme, göç, yıkım, yeniden iskân, ani çöküş, tarihsel ve doğal mirasını tehlikeye sokan bir yeni kuşatma, dışarıdan gelenler tarafından değişik boyutlarda yeniden fethedilme, yeniden yıkım… Ama İstanbul hâlâ ayakta. Bu ölümsüz kent son 50 yılın olumsuzluklarını da aşacak, kente yeni çeki düzen verenleri de kendine uydurup, üzerindeki tozu toprağı silkeleyerek eski görkemine kavuşacaktır. Çünkü her daim yenilenen ve sürekli yıkım ve yeniden kurulma sürecinde ustalaşan bu şehir, bitmek tükenmek bilmeyen dinamizmi içinde yeniyi kurabilme gücünü taşıyor.
Bu anlamda İstanbul gibi bir kente yapılabilecek en büyük haksızlık nostalji duygularını körükleme, “nerde o eski İstanbul” edebiyatı yapma, hayıflanma, iç çekme. Yaşanmış, bir daha yaşanma olanağı bulunmayanlara vurgu, mazide yaşama ya da yaratılan bir İstanbul imajına göre fetişleştirme… Günü algılayamayan geçmişseverler, kendilerini İstanbullu, değişimi yaratanları “diğerleri” olarak tanımlayarak “İstanbul bitti” edebiyatı yapıyorlar. Oysa önemli olan bugün bize kalana sahip çıkmak. Geçmişe ağıt yakmak yerine, İstanbul’un dünü ile bugününü buluşturmak, geçmişin değerlerini ve güzelliklerini geleceğe taşımak. Bu nedenle İstanbul’u tanımamız, algılamamız gerekli. Tanıma da zaten kent sevgisini yaratıyor.
Bir kenti tanımanın en iyi yolu onun sokaklarında kaybolmaktır, kenti adım adım, köşe bucak dolaşmak, kenti koklamak, şehri solumaktır; her yönüyle kentin tadına varmak, keyfini çıkarmaktır. İnsan, kültür ve mekân ilişkilerini algılama bilincini geliştirmektir.
Haliç’te, Fener’de sokakları adımlamak, Ayasofya’da huşu içinde kubbeyi duyumsamak, Çamlıca Tepesi’nde kuş gözlemek, baharda erguvana, morsalkıma şaşırmak, Boğaziçi’nde denizi yudumlamak, Sarayburnu’nda martılara ekmek atmak, Karaköy’de balık-ekmek, Bebek’te bademezmesi, Beyoğlu İnci’de profiterol, Kanlıca’da yoğurt, Kanaat Lokantası’nda pilav üstü kuru yemek, Nevizade’de rakı, Vefa’da boza içmek, İstanbul Festivali’nde Topkapı Sarayı’nda Saraydan Kız Kaçırma’yı kaçırmamak, Eminönü çiçek, Azapkapı kuş pazarlarında, Telli Baba’da İstanbulluları izlemek, semt pazarlarında dolaşmak, Cafer Ağa Medresesi’nde nargile fokurdatmak, güzün Harem’de oturup Tarihi Yarımada üzerinde güneş batırmak… İstanbul’da yaşama sanatının ustası olmak…
Kenti çiçekçi Çingeneleriyle, çalgıcılarıyla, kayıkçılarıyla, köftecileriyle, işportacılarıyla, cumartesi anneleriyle, tinerci çocuklarıyla, ayyaşıyla, derbederiyle, tantanasıyla, pasıyla, ihtişamıyla, sefaletiyle, rengârenk balık, meyve, sebze tezgâhlarıyla, Hacıbekir lokumuyla, kestane kebabıyla, kaynamış mısırıyla, çeşmesiyle, hamamıyla, mezar taşlarıyla, martısıyla, çınarıyla, mehtabıyla… her yönüyle, bir bütün olarak duyumsamak.
İki İstanbul var. Biri çok bilinen ve gezilen eski İstanbul, diğeri büyük İstanbul. Birincisini Haliç ile Marmara Denizi arasında kalan üçgen yani Tarihi Yarımada’yla Eyüp, Beyoğlu, Üsküdar ve Boğaziçi; diğerini de özellikle 1950’li yılların ikinci yarısında ve sonrasında gerçekleştirilen göç sonucunda yerleşilen yeni bölgelerle, orman ve funda alanları oluşturuyor.
İstanbul, üzerine çok yazılan kentlerden biri. Bu yayınların çoğunda ne yazık ki İstanbul bir ölü kent gibi ele alınıyor, asıl öğe, insan unutuluyor. Bu yayınların bazılarında mimari, bazılarında tarih öne çıkarılıyor. Bazıları çok turistik, bazıları ise “oryantalizm” sapmasından kurtaramıyor kendini. Biz ise kültürel mirasın ışığında, tarihi dokusuyla, her sınıf ve tabakadan insanıyla, ekonomik, toplumsal yönleriyle, yaşayan bir İstanbul’u sergilemek, kentin bugünkü halini geleceğe taşımak istedik.
Bugün Boğaziçi Üniversitesi’nin binalarını oluşturan o harika yapıların en güzel odalarından Boğaz’ı seyrettim yedi yıl kadar. Henüz daha sağım, solum, karşım yeşilin değişik tonlarıyla kaplıydı. Bu yedi yıl sanırım İstanbul’u en yoğun yaşadığım dönem oldu. Sultanahmet’te turist gezdirdim, Babıâli’de çalıştım. Birkaç kez, o zamanki Robert Kolej Yüksek Okulu’nun şu anda bazıları Feriköy Hıristiyan Mezarlığı’nda yatan İstanbul âşığı hocalarımla İstanbul gezilerine çıktım. Bu kişilerin hâlâ hayatta olanlarından Osmanlı mimarlığı uzmanı Godfrey Goodwin İstanbul gezileri nedeniyle A History of Ottoman Architecture adlı o muazzam eserinin önsözünde benden söz eder.
Ama daha önemlisi İstanbullulara 1988 yılından bu yana “Adım Adım İstanbul” kültür gezileri düzenleyen bir seyahat acentesini yönetiyorum, yıllardır İstanbulluları İstanbul’da gezdiriyorum. “Köşe Bucak İstanbul” gezileriyle on binlerce İstanbulluya baktığı halde göremediği ya da bir alt sokaktaki bilmediği nice tarihi ve çağdaş eseri tanıttık, onları eski gelenekler ya da yeni yaklaşımlar ile tanıştırdık. Tarihi, coğrafyası, kültürü, efsaneleri ve gelenekleriyle belli başlı semtleri, sokakları, mekânları, camileri, kiliseleri, sinagogları, ayazmaları, çeşmeleri, türbeleri mezarlıkları, hanları, hamamları, çarşıları, kuş evlerini... bitki örtüsünü, kuşları, böcekleri... gösterdik. Onlara edebiyatından, müziğinden söz ettik. İstanbul’da her biri ancak bir günde gezilebilecek yaklaşık doksan güzergâh yarattık.
İstanbul zamansal ve mekânsal boyutları içinde, hem tarihte, hem günümüzde bir çelişkiler yumağı: Gerçeklik ve efsaneler, telaş ve sükûnet, zenginlik ve yoksulluk, güzellikler ve çirkinlikler, kültür mirasına sahip çıkma ve yok etme çabaları, ona âşık olma ya da ondan nefret etme...
Ama kim ne derse desin, İstanbul hâlâ bir çekim merkezi. İstanbul’un herkesi yavaş yavaş içine alan, “alıp götüren” bir enerjisi, sürekli değişen bir ışığı, kendine özgü bir kokusu, bir ruhu, bir büyüsü var. Ve bu ışık ve enerji, bu tılsım sonsuza dek sürecektir.
Faruk Pekin