Adaları oldum olası sevmişimdir. Kendimi daha bir gevşemiş, daha esnek, daha kaygısız ve daha özgür hissetmişimdir adalarda... Tatlı bir sarhoşluk, bir iyimserlik ve yüzümden silinmeyen bir gülümseme hep eşlik etmiştir adalarda geçirdiğim saatlere. Dünyanın geri kalanından uzakta olma hali, dört tarafımın denizlerle sarmalanmış hali beni hep sükûnete sevk etmiştir. Meğer bu durumun bir de özel adı varmış: İslomania!!! Ada sarhoşluğu!!! Adaların kendine has bir yaşam ritmi vardır. Bizim Bozcaada’dan tutun da Endonezya’nın en ücra adasına kadar hepsinin kendine has bir müziği, bir rengi, bir kokusu ve tadı vardır. Her biri ayrı bir dünyadır ve birbirine benzemez...Kendi Mikro-Evren’ lerini yaratırlar...
Mesela Ege adalarını düşününce insan buna daha çok inanıyor. Canım ne de olsa hepsi Yunan adası diyenlere, önce gidin ondan sonra konuşun derim ben hep. Evet, belki temelde hepsi aynıdır ama hayır, hepsi birbirinden farklıdır. Beyaza boyanmış evler, çorak tepeler, öğle güneşi altında kavrulan boş sokaklar ve akşamüzeri imbatla serinleyen kahvehaneler...Belki akla ilk gelen ortak özellikler bunlardır ama her ada yine de farklı bir karakteri yansıtır. Santorini bir tabiat şaheseridir, suya gömülmüş o dev kraterin içinde tekneyle yolculuk edip, denizden dimdik yükselen yarımay biçimli kıyılara bakıldığında insanın sırtı ürperir. Nasıl bir tabiat felaketi bu adayı bu şekilde sulara gömmüş olabilir diye düşünmekten alamaz kendini insan. Girit tamamen faklıdır. Orası Minoslu atalarının mirasını günümüzde de yaşatan, uzun boylu, uzun yaşamlı insanların toprağıdır. Vahşi vadilerle bölünmüş sarp coğrafyası ilkbaharda yemyeşildir, gelincikler ve daha binbir türlü çiçek açar yamaçlarda ve deniz, tuzunu rüzgarıyla birlikte bu derin vadilerin içlerine kadar gönderir. Dağlarda otlar toplanır pişirilir, kıyılarda ise denizden babanız bile çıksa, sızma zeytinyağı eşliğinde afiyetle gövdeye indirilir. Rodos’ta, kaleden dışarı sızan şövalye ruhunu başka bir Ege adasında bulmanız mümkün değildir. Genellikle Türkiye’den çıkıp da ilk giriş yapılan adalardan biri olan Simi ise küçücük olmasına rağmen, hiçbir Yunan adasına benzemez. Evler neo-klasik tarda ve pastel renklerdedir.
Yine de ada deyince aklıma en çok, en vurucu örnek olan Paskalya Adası gelir hep. Orası beni hep korkutmuş, biraz da ürpertmiştir. Aslında bugün, ulaşılması o kadar da zor değildir, Boeing 737’lerin biri inip, diğeri kalkmaktadır ama yine de anakaraya en uzak iskan gören ada olması bile başlı başına özel bir durumdur. Adadaki değişik platformlarda yer alan o dev heykellerin anlamları hala çözülememiştir. Her gittiğimizde birbirimize sorarız: Neden hepsi gökyüzüne bakıyorlar? Sanki gelmesi umulan, beklenen bir şeyleri gözlüyor gibidirler. Beni en çok etkileyen şey ise adanın vahşi tarihidir. Dünyanın küçük ölçekteki bir özetidir Paskalya Adası. Buraya ilk gelen halk toplulukları, cenneti keşfetmiş olduklarını sanmış ve adaya yerleşmişler. Volkanik toprakların kısıtlı bölümlerinde tarım yapmışlar, ekip dikmişler. Ama en çok balıkçılıkla geçiniyorlarmış. Tarım ve balıkçılık sayesinde, nüfus artmış, adanın diğer taraflarına da yayılmışlar. Oralarda fazla tarım arazisi olmadığı için, ekilir dikilir arazi üzerinde hak sahibi olduğunu iddia edenler arasında ilk anlaşmazlıklar baş göstermeye başlamış. Balıkçılığa ağırlık verilerek durum kontrol altında tutulmaya çalışılmış. Ancak bu sefer de tekneler eskimeye, çürümeye başlamış ve zaten kısıtlı olan ormanlar da bu tekneleri tamir etmek için ya da yeni tekneler yapmak için tüketilmiş. Sonunda ne mi olmuş? Tarım ürünleri yetmediği ve balıkçılık da artık yapılamadığı için önce kıtlık başlamış, sonrasında da yamyamlık geri dönmüş. İnsanlar resmen birbirlerini yemişler açlıktan! Cennet olmuş cehennem! İşte bu örnek bana hep dünyanın geleceğini çağrıştırmış ve biraz da bu yüzden korkutmuştur.
Beni etkileyen bir başka ada ise, Sri Lanka’dır. Her ülkenin bir rengi olsa, Sri Lanka’nınki yeşil olurdu kesinlikle... Hayatımda yeşilin bu kadar çok çeşidini daha önce hiçbir yerde görmemiştim. Amazon ormanlarında bile! Kıyılar yeşil, ovalar yeşil, dağlar zaten yemyeşil, çay ekili yamaçlar kıvrım kıvrım yeşil, dağlar arasında saklı vadiler derin yeşil... Bu yeşile fon oluşturan gökyüzü ise parlak mavi, topraksa kıpkırmızı! Hepsinin içinde de , beyaza boyanmış, göğe yükselen tapınaklar, dagobalar... İnanılmaz bir manzaradır orada görülen! Başkent Colombo başlı başına bir alemdir! Okyanus kıyısında birkaç kilometre boyunca uzanan meşhur Galle Face kordonunda yapılan yürüyüş, satıcılar, şakalaşan gençler, uçurtma uçuran çocuklar, kikirdeyip göz süzen genç kızlar, ağırbaşlı orta yaşlı çiftler arasında geçer ve eğer bir de gün batımı saatlerinde yapılmışsa, hayatınızın unutulmazları arasına girer hemencecik. Kordonun bitimindeki Galle Face otelinin, deniz kıyısındaki koloniyel bahçesinde yudumlanan meşhur Seylan çayı da Sri Lanka’nın olmazsa olmazlarındandır. Ama kıyı bırakılıp, adanın iç kısımlarına geçilince, yeşil daha da artar. Ada tarihinin parlak dönemlerinde krallar tarafından yaptırılmış, her biri bir göl olan dev su rezervuarları bu sonsuz yeşillik içinde, ayna gibi parlarlar. Bence adanın en ilginç yerlerinden biri, Buda’nın dişinin saklandığı meşhur tapınağın yer aldığı eski başkentlerden Kandy’dir. Buradaki ruhsallık şehrin her köşesine sinmiş gibidir. Neredeyse, dokunularak bile hissedilebilir. Ama bana sorduklarında, benim için en unutulmaz olan yer kesinlikle Nuwara Eliya’daki çay bahçeleri ve orada kaldığımız Çay Fabrikası Oteli’dir. Umarım bu manzarayı yine görebilirim. Gece geç saatte geldiğimiz için, aslında tam olarak anlayamamıştık nerede olduğumuzu. Vadinin dibinde otobüsümüzü bırakıp, minibüslere doluşmuş ve sarsıla sarsıla yükselmeye başlamıştık. Dışarıda parlak bir ay vardı ve etrafımızı gümüşi bir ışıkla sarmalıyordu. Otele vardığımızda hepimizi tatlı bir sürpriz bekliyordu. Otel gerçekten de eski bir çay fabrikasından dönüştürülerek yapılmıştı. İçinde hala eski çay işleme makinaları duruyordu. Ama hepimiz en büyük sürprizi sabah erkenden uyanınca yaşamıştık. 2000 metrenin üzerindeydik, bulutlar altımızdaydı, etrafımızdaki tepelerin çayla kaplı yamaçları bu bulutları delip, çevremizde dans ediyorlardı sabah sisiyle ve bütün bunların da üstünde muhteşem bir güneş parlayarak, her şeyi altın bir ışıkla yıkıyordu... Gözlerimize inanamamıştık ve hepimiz dışarı fırlamıştık mutlulukla! Çocuklar gibiydik, neşeyle bahçelere dalmıştık... Hayatımda bu kadar keyifle kahvaltıya oturan bir grup daha görmemiştim... Herkesin dilinde bir şarkı vardı neredeyse. Herkes kahkaha atıyordu. Unutulmaz olmuştu burası artık...
Adalarımdan bahsederken, Zanzibar’ı da unutmamam lazım... Afrikalı desem değil, Arap desem değil... Umman Sultanlığı, İngiliz koloni yönetimi, kendi kısa süren monarşisi, sonunda bugünkü Tanzanya yönetimi harmanlanmış burada ve ortaya hiç de tutmaz gibi düşünülen bir sentez çıkmış. Ama tutmuş işte! Cazibeli, cilveli, sakin, sırlarını açık etmeyen karanfil kokulu bir ada çıkmış ortaya... Eski baharat yolunun bir durağı ve büyük bir esir pazarı olması sebebiyle herkes arzulamış adayı ama o herkese gelin olduysa da ruhunu vermemiş kimselere. Hepsinden bir şey almış ama kendi “kendisi olarak” kalmış... Bembeyaz kumsalları, yemyeşil hindistan cevizi ağaçlarıyla o tipik tatil cenneti fotoğrafları veren son derece “fotojenik” bir adadır ama Zanzibar bundan çok daha fazladır. Bunu insan gittikten sonra anlıyor. Daracık sokaklarının labirentlerinde yol bulmaya çalışıp, baharat kokulu çıkmazlarda kaybolunca, zamanın durduğu hissi sahip oluyor gezgine... Ne yazık ki, böyle yerler gittikçe azalıyor artık dünyada... Son kalan köşelerden biri burası... Şimdilik de son olarak, hiç gitmediğim ama gitmek için can attığım, hayal ettiğim adaları yazayım. Crozet ve Kerguelen adaları... Fransız Güneysel ve Antarktika Toprakları yönetim bölgesi içindeki bu özel adalar, yerleşik nüfusu olmayan bir “bilim toprağı”dır. Bu adalarda bir yıl, kimi zaman daha uzun süre görev yapan yüzelli kadar insan yaşar. Bunlar farklı bilim dallarında çalışan araştırmacılar, teknik görevliler, sağlık ve haberleşme personeli olan kişilerdir. Kimi zaman adaya bazı gözüpek yelkenciler de uğrar. Bunlar zaten benim çocukluğumdan beri kahramanlarım olan, “Kükreyen Kırklar” ile “Uluyan Elliler” olarak adlandırılan paralellerde seyir yapmayı becerebilen istisnai denizcilerdir. Peki bu adalarda beni bu kadar çeken şey ne? Bir kere her şeyden önce sosyolog Sn. Ömer Bozkurt’un yazdığı, Tübitak yayınlarından 2004’de çıkmış olan “Her Yere uzak Topraklar” adlı kitabı bu hayalimi pekiştirdi. Eğer bu kitabı okumamış olsaydım, mehtemelen çocukluktaki hayallerim bugüne dek bu kadar canlı ulaşmayacaktı. Oysa ki, o kitabı okuduğumdan ve fotoğrafları gördüğümden beri, artık başka hiçbir ada beni bunlar kadar heyecanlandırmıyor. Aslında manzara pek de hoş sayılmaz. Ömer Bozkurt’un tasviriyle, basık ve kurşuni bir gökyüzü altında dalgaların dövdüğü kayalıklar, ardında sarp ve çıplak yamaçlar. Çok gerilerde karlı kayalık tepeler...İnsansızlığın, ıssızlığın ve el değmemişliğin coğrafyası... Bütün bu cesaret kırıcı olması düşünülebilecek olan tasvirler, bende coşkudan başka bir his uyandırmıyor. Mutlaka gitmem lazım! Kim bilir, belki bu da olur!
Tabii aslında daha bir ton yer var anlatacak, yazacak ama hepsi bir seferde olmamalı. O yüzden geri kalanlarını diğer bir yazıya bırakıyorum. Diğer adalarda buluşmak üzere...