Güney Amerika kıtasının bu her bir köşesi ayrı güzellikte ve özellikteki ülkesine yolum ilk düştüğünde, neyle karşılaşacağımı kitaplardan az çok okumuştum. Sırtımda çantam, cebimde oldukça sınırlı hesaplanmış bir bütçe ile neyi ne kadar yapabileceğimden pek de emin olamamıştım ilk indiğimde Lima’ya ama ilerleyen günler, bu ülkede iyi bir planlamayla, az bir bütçeyle de seyahat edilebileceğini göstermişti bana. Lima’da fazla oyalanmadan, hazır cebimde henüz param da varken, doğruca Cusco’ya uçmuştum. Önceliğim, en kısa zamanda İnka Uygarlığı’nın merkezi bu renkli şehirden kalkıp, tepenin eteklerinde zigzaglarla yükselen o acayip trene atlayarak, efsanevi Machu Picchu’ ya gitmekti.
Cusco’ya indiğimde işler değişmişti, zira deniz seviyesinden bir anda 3500 metreye çıkınca, her türlü antremanlı halime rağmen, kalbim attığım her adımda kendini bana hatırlatmış, bedenim bu irtifanın etkilerine alışabilmek için yarım günlük bir dinlenmeyi şiddetle talep etmeye başlamıştı. Kitaplarda okuduğum yükseklik etkisi buydu demek... Ben de bedenimin sesine kulak vemiş, yaklaşık 15 kiloluk sırt çantamı havaalanındaki taşıyıcılardan birine vererek, ilk bulduğum taksiye atlayıp, merkezdeki Plaza De Armas’a varmıştım. Bu hareketli meydandaki kafelerden birine oturup, rehber kitabımı açmış, nerede kalacağımı planlamaya başlamıştım. Param kısıtlı olduğu için kalacağım yer fazla pahalı olmamalıydı, gecesi en fazla 15 dolar olmalıydı kahvaltı dâhil... Sonunda, kafenin sahibinin de önerilerine uyarak, meydana iki sokak mesafedeki, küçük bir pansiyonda karar kılmıştım. Gecesi 18 dolara geliyordu ama penceremden gördüğüm manzara buna değerdi kesinlikle... Şehrin çatılarının üstünden göz alabildiğine uzanan karlı And Dağları ve hayatımda görmediğim parlaklıktaki mavi gökyüzü...
Pansiyonun sahibi Maria Dolores, Quechua asıllı, 30’lu yaşların ikinci yarısında, Katolik Hristiyan ama özünde hala animist gelenekleri sürdüren muhteşem bir kadındı. Bu pansiyon işi ona yeni devrolmuştu ben gittiğim zaman. Turistlerden pek memnundu, heyecanla koşturuyordu ve hayatında ilk defa bir Türk görüyordu. Hoş, bu başıma ilk defa gelmiyordu zaten. Bana yüksekliğin etkilerini hafifleteceğini söylediği koka çayını içirirken, o günü hafif yürüyüşlerle geçirmemi, kendimi fazla yormamamı öğütlemişti sıkı sıkı... Ben de peki diyerek, küçük yolculuk termosuma biraz daha koka çayı doldurmuş, merkezdeki Katedrali, Compania De Gesus kilisesini ve meşhur Coricancha Güneş Tapınağı’ nı gezmiştim.
Plaza de Armas meydanının bir köşesinde yükselen Katedral, rönesans ve barok tarzının muhteşem bir karışımıydı. İçindeki altın işçiliği ve ahşap oymalar gözlerimi kamaştırmış, Cusco Resim Okulu’nun sanatçıları tarafından yapılmış tablolar, kendimi başka bir coğrafyada hissetmeme neden olmuştu. Aynı meydanın diğer köşesindeki, yapımına Cizvit papazları tarafından 1576’da başlanmış Compania De Gesus Kilisesi, hem içindeki altın kaplı sunağı hem de cephesindeki olağanüstü taş işlemeleriyle başımı döndürmüştü. Koloniyal Barok tarzının Amerika kıtasındaki en iyi örneği olarak kabul edildiğini okumuştum kitaplardan.
Kiliseler çok görkemliydi ama beni en çok Coricancha Güneş Tapınağı etkilemişti. İspanyollar şehri ele geçirdiklerinde, İnkaların Güneş Tanrısı İnti’ye adanmış bu tapınağını da alıp Santo Domingo Kilisesi’ ne dönüştürmüşlerdi. İçeri girer girmez anlamıştım özel bir yerde olduğumu. Kalın, dev taş bloklarından yapılmış duvarlara baktıkça, şaşkınlığım iyice artmış, bu dev blokların nasıl bu kadar milimetrik şekilde birbirlerine bağlandıklarını, hatasız oturduklarını, 3 boyutlu bir yapboz oluşturduklarını anlayamamıştım. Ancak o dakikada henüz ertesi gün tepede, Sacsayhuaman’da göreceklerimin boyutlarından habersizdim... Güneş Tapınağı’ndaki bu duvarların eskiden, artık esamesi bile okunmayan altın plakalarla kaplı olduklarını düşünmek dahi, Altın-Güneş ilişkisini iyice anlamama yetmişti. Aklıma dünyanın diğer bölgelerinde tanıdığım başka eski kültler gelmişti... Altın her zaman güneşin rengi olmuştu, altın saçlı insanlar özel sayılmışlardı ve altın yemek, altın içmek kutsal bir ritüel olmuştu her zaman... Sonraki inançlarda bile, altın neredeyse tanrısal bir mana ifade etmişti... Aklıma Avrupa’daki barok kiliselerin altın rengi sunakları gelmişti... Bu altının ve gümüşün duvarlardan sökülüp gemilerle Avrupa kıtasına taşındığını düşünmek, içimi biraz cız ettirdiyse de, tarihe karşı her zaman tarafsız olmam, olayları irdelerken o dönemin şartları içinde değerlendirmem ve hiçbir ulusu tarihte yaptıklarından dolayı yargılamamam gerektiğini kendime hatırlatmıştım. Bütün bu düşünceler kafamda cirit atarken, tapınağın avlusundan ovaya doğru yumuşakça inen yamaçları seyretmiştim. Ortada ovaya yayılan Cusco, etrafında yeşil tepeler, onların da ardında sarp And Dağları... Kiliselerin çanları batan güneşi uğurlarken, içinde bulunduğum eski tapınak gerçekten de olmayı dileyebileceğim en iyi yerdi o an için.
Ben Güneş Tapınağı’ndan çıkıp Plaza De Armas meydanına doğru yürürken, aydınlatılan kiliselerin ışıkları, meydanı çevreleyen portikoların altındaki kafelerin, restoranların ve dükkânların ışıklarına karışmaya başlamıştı bile. Laciverte dönüşen gökyüzünde parlamaya başlayan yıldızlar ise, bu ışık cümbüşüne uzaktan da olsa katılmaktaydılar. Hava da serinlemişti epeyce... Kendimi küçük bir restorana atmıştım karnım açlıktan guruldayarak... Avokadolu ne varsa istemiştim menüdeki... O kadar hareketin üstüne bir de yemek yiyince, artık gözlerim kapanmaya başlamıştı yorgunluktan ve ertesi günkü gezime tazelenmiş olarak başlayabilmek için erkenden yatmaya karar vermiştim.
Sabah uyanır uyanmaz, pencereye koşmuştum dağları görmek için ve aklıma Kathmandu’daki ilk sabahım gelmişti. Oraya da ilk kez gittiğimde aynı şeyi yaşamıştım. Acaba dün gördüklerim gerçek miydi, yoksa hayal miydi hepsi? Neyse ki orada Himalayalar burada da And Dağları bana gördüklerimin hayal ürünü olmadığını kanıtlamışlardı. Zaten Cusco’ya indiğim andan beri buraya karşı bir yakınlık hissediyordum derinden. Bu o sabah kafama dank etmişti pencereden dışarı bakarken. Bu kentte yabancılık çekmiyordum çünkü bana ilk aşkım Kathmandu’yu hatırlatıyordu. Orada da dağlar, bina cephelerinde muhteşem ahşap işçiliği, şehrin her türlü hayhuyuna rağmen olağandışı bir sükûnet hissi ve huzur vardı. Cusco Güney Amerika’nın Kathmandu’suydu artık benim için... Bir anda daha da çok sevmeye başlamıştım bu kenti. Çok daha sonraları, okuduğum birçok kitapta bu benzetmeye rastlamak benim için hiç de sürpriz olmamıştı.
Sabah ilk olarak Sacsayhuaman’a gitmiştim. Burası belgesellerde de sıkça gördüğüm çok etkileyici bir tapınak kompleksiydi. İspanyollar geldiği zaman, tepedeki konumu ve güçlü duvarları sebebiyle burayı bir kale zannetmişleri. Oysaki burası, Güneş Tanrısı Inti’ye adanmış, senelik İnti Raymi töreninin yapıldığı kutsal mekândı. Nitekim her yıl, 24 Haziran’da, bu festival eski görkemini aratmayacak şekilde, İnkaların torunları tarafından hala kutlanmakta. Senenin o zamanı geldiğinde Cusco’un nüfusu neredeyse iki katına çıkar ve bu gelenler yabancılardan çok, eski geleneklerini yaşatmaya çalışan Perululardır. Deniz seviyesinden 3600 metre yükseklikte kurulu tapınağın adı Quechua dilinde, ilk İnka Kralı Mancu Kapac’ı koruduğuna inanılan dağ şahininin adından gelir. Yapımı 14. ve 15. yüzyıllar içinde 70 yıl sürmüş olan bu dev tapınağa halk tarafından “Güneşin Evi” de denirdi. Dünkü tapınakta görmüş olduğum kaya blokları, burada gördüklerimin yanında gerçekten de oyuncak gibi kalmışlardı. Kilometrelerce ötede bulunan taş ocaklarından bunca boyuttaki kayayı, o engebeli arazide buralara taşımış olmanın zorluklarını düşünmek dahi istemiyordum. İnsanoğlu isteyince her şeyi yapabiliyordu gerçekten. Tapınakta turistlerle fotoğraf çektirmeleri için getirilmiş dev Kondor’lar vardı. Kanat açıklıkları 1,5 metreden fazla olan bu dev kuşlar ülkenin sembolüydü zaten.
Aşağıda Cusco kenti uzanıyordu tüm güzelliğiyle ve dağlar her daim karlı tepeleriyle, “Biz buradayız” diyorlardı. Burada hayal gücüne fazla da gerek yoktu. 100 tonluk taşlar kendileri anlatıyorladı bütün hikâyelerini. Dünya üstündeki bütün kutsal mekânlar gibi, burada da insanın iliklerine işleyen bir şeyler vardı. Anadolu’daki antik tapınakların kalıntıları üstünde oturup da iki dakika nefesimi tuttuğumda, içime doğan o garip duygu, dünyanın bu köşesinde de hissettirmişti kendini. Boşuna kutsal değildi bu mekânlar. Ve daha henüz bunlar ilk günlerimdi, daha önümde Machu Picchu vardı, Titicaca vardı ve Nasca vardı... Kimbilir oralarda neler bekliyordu beni... Cusco’da gördüklerim ve bu tepede hissettiklerim ileride göreceklerim hakkında daha da heyecanlanmama, hatta sabırsızlığa kapılmama yol açmıştı. Bunun üstüne Cusco civarındaki diğer kalıntıları da gezip şehre döner dönmez Machu Picchu trenine biletimi almıştım. Evet, artık yola çıkmaya hazırdım...