Bir yere gitmeden önce, o yer hakkında okuduklarımızla, çalıştıklarımızla az ya da çok bir fikrimiz oluşur. Benim de Viyana’ya gitmeden evvel, okulda öğrenmiş olduklarımızın dışında, genel bir fikrim vardı. Daha önce Viyana’yı görmüş olanlar, bana buranın inanılmayacak derecede aristokrat havalı, geleneklerine bağlı bir kent olduğunu söylemişlerdi. Sokaklarında dolanırken, yüzyıl başında yapılmış vitrinlerin hala göz aldıklarını ve her yerde hakim rengin dore olduğunu anlatmışlardı. Ben turizm sayesinde dünyanın en ücra köşelerine kadar gitme fırsatı buldum ama burnumun dibindeki Avrupa’yı çok sınırlı gezme firsatım oldu bugüne dek. Belki de o insana has, yakınındakinin farkında olmama haliydi bu durum ama Viyana ve Salzburg gezisi beni o kadar derinden etkiledi ki, artık burnumun dibindeki Avrupa ile daha fazla ilgilenmeye karar verdim.
Viyana, müziğin başkenti...Kutsal Roma Germen İmparatorluğu’ nun merkezi... Yılbaşı konserini televizyonda izlemeyi heyecanla beklediğim efsanevi Viyana Filarmoni’ nin yuvası... Klimt’ in, Schiele’nin, Moser’ in, Otto Wagner’ in oyun alanı... Habsburg Hanedanı’ nın, geniş imparatorluk coğrafyasından topladıklarıyla zenginleşmiş, gezmeye doyulmayan müzeler...Osmanlı’nın fethetmeye çalışıp da bir türlü başaramadığı, en kuvvetli zamanında Muhteşem Süleyman’a kök söktüren dirençli kale... Ve tabii ki hepimizin duyduğu anda, tempo tutarak eşlik ettiği Strauss’un Mavi Tuna’sı...Aslında bu liste böyle uzar gider ama tek bir yazıda anlatmaya karar verilince, insan nereden başlayacağını bilemiyor.
Sokaklarını severim ben Viyana’nın... Herhangi bir amacı olmadan, sadece yürümüş olmak için yürümeyi sevenler için Viyana bir cennet. Üzerine altın tozu serpilmiş kremalı düğün pastalarına benzeyen barok kiliseler, antik yunan tapınaklarını andıran neoklasik yapılar, hepsini elinin tersiyle iten ama altın rengini her şeye rağmen koruyan Secession tarzı ve Viyana’nın Art Nouveau’ su Jugendstil... Eski kentin merkezine doğru inildiğinde işte bu karışım eşlik eder gezginlere...Graben’de ve Aziz Stefan Kilisesi’ ne açılan meydanda durup etrafınıza baktığınızda, bunların birlikte yarattıkları karışım gerçekten çok hoştur. Ancak bütün bu şaşalı geçmişin yanıbaşında Hollein’ın manifestosu Haas Haus, “asla sürmez” denen birlikteliklerin bile sürebileceğini kanıtlarcasına, her türlü eleştiri, yergi ve övgüyü göğüsleyerek dimdik ayakta durmaktadır. Viyana budur aslında...Geleneksel ama aynı zamanda yenilikçi, alışıldık ama deneysel...Böyle olmasa ne Klimt çıkardı buradan, ne Freud ne de diğerleri... Kafelerini severim Viyana’nın...Kimileri yüzyıllardır aynı yerde hizmet veren, bir çok yazarı, şairi, düşünürü ve müzik adamını ağırlamış o meşhur kafelerini...Sokaklarda yürümekten yorulunca soluklanmak için; şehir merkezinin kalabalığından bunalıp, kafa dinlemek için; şöyle sakince oturup iki satır bir şeyler okuyup yazmak için; tiyatro ya da konser öncesi hafif bir şeyler atıştırmak için; ya da arkadaşlarla buluşup bir fincan melange eşliğinde elmalı pay yiyip, hafta sonu planları yapmak için ideal yerlerdir kafeler. Gezginler için de Hawelka’da gece geç saatlerde bir kahve içilmeden, Central’de ya da Landtmann’da bir şeyler atıştırılmadan biten Viyana gezisi, tam amacına ulaşmış sayılmaz. Yüzyıllardır, Viyana hayatının değişmez parçaları olmuşlardır bu kafeler ve her birinin kendine has havası vardır. Burgtheater’ın yanındaki Landtmann tiyatroseverler, tiyatronun oyuncuları, gazeteciler ve politikacıları ağırlarken, Sigmund Freud’un da değişmez uğrak yeriymiş. Bugün hala “rahat ama resmi bir havası” olduğunu yazar kitaplar...Doğrudur! Central eskiden yazarların ve düşünürlerin buluşma yeriyken bugün, adeta gotik bir kiliseye benzeyen iç yapısıyla, her gezginin mutlaka en az bir kere uğradığı mabed haline gelmiştir. Üstelik, tecrübeyle sabit, schnitzel’ i de çok lezzetlidir. Öğrenciler bohem havasıyla Hawelka’yı tercih ederler ama eğer illa da pasta istiyorum diyorsanız mutlaka Demel’e uğramanız gerekir. Muhteşem bir pastane, her biri sanat eseri gibi hazırlanmış çeşit çeşit pastalar...kiloları dert etmeye gerek yok, nasıl olsa bu şehirde her yere yürüyerek gideceksiniz...Mutlaka tadılması gerekenler listesinin başında Sacher’in meşhur çikolata kaplı, yanında kremayla servis edilen pastasını not düşmek şarttır.
Müzelere gelince...Eğer benim gibi müzelerde günlerce gezebilecek yapıdaysanız, Viyana tam size göre bir şehir demektir. Her yıl bir buçuk milyondan fazla ziyaretçinin gezdiği Sanat Tarihi Müzesi Kunsthistorisches Museum, Habsburg Hanedanı’nın yüzyıllar boyunca biriktirdikleri şaheserleri segilemek amacıyla inşa edilmiş görkemli bir binanın içinde yer alır. Zemin katında Yunan, Roma, Mısır ve Yakın Doğu koleksiyonları, Avrupa heykel ve uygulamalı sanatlar bölümleri, ikinci katında ise nümizmatik bölümü vardır. Ancak, müzeye gelenlerin çok büyük bir kısmı, henüz ayaklar bedeni rahat rahat taşıyabiliyorken, doğruca birinci kata yönelip, olağanüstü resim koleksiyonları içinde kendilerini kaybederler. Bruegel’ ler, Arcimboldo’ lar, Velazquez’ ler, Rubens’ ler, Rembrandt’ lar ve tabii Vermeer’ in meşhur “Sanatçının Stüdyosu” , gezginleri kendine aşık eder.
Yine çok sevilen bir müze olan Belvedere Sarayı, Gustav Klimt’ in en bilinen eseri “Der Kuss” Öpüş’ü barındırmanın yanı sıra, Osmanlılar’a karşı sürdürülen savunmanın mimarı Savoy Prensi Eugene’ nin zevkini yansıtan bahçeleriyle de bir o kadar meşhurdur.
Viyana’da bir çok türlü türlü müze olmasına rağmen benim en sevdiğim yapı ise, Klimt’ in eseri meşhur Beethoven Frizi ’ne ev sahipliği yapan Secession Binası ’dır. Bugüne dek gördüğüm sanat eserleri arasında beni en çok etkileyen 10 eser listesi yapmam gerekse, bu friz ilk üçe girer...Aslında başlangıçta müze olarak planlanmamış bu bina...Bir sanat salonu...Ve Jugendstil hareketinin de sembol yapısı...Hareketin lideri Klimt’ in yapmış olduğu olağanüstü friz de bu binanın alt katında yer alıyor. Beethoven’ ın görkemli 9. Senfonisi’ nden ilham alınarak yaratılan bu friz, gerçek mutluluğa ancak sanat ve saf aşkla ulaşılabileceğini anlatıyor izleyenlere. Her bakışta senfoninin bölümleri çınlıyor kulaklarda...Belki de ben hayal ediyorum böyle olduğunu...
Zaten Viyana’ yı müziksiz gezmek ne mümkün? Her köşe başında bir aktivite duyuruluyor, her salonda akşamları konserler veriliyor ve bütün bu harekete alışık Viyanalılarla birlikte, şehri gezmeye gelmiş yabancı turistler, bu konserlerde buluşuyorlar. Bizim yaptığımız son Viyana&Salzburg gezisi ise, bu konuda olabilecek en iyi bileşimdi bana kalırsa. Gündüzleri müzeler, sokaklar ve kafelerde verilen molalar; akşamları ise şık şıkırdım giyinilip, muhteşem salonlarda dinlenilen konserler...Veee tabii ki öncelikle Mozart! Tabii ki Viyana sadece Mozart değil ama bu sene 250. doğum yılını kutladık Mozart’ ın... Biraz torpilliydi diğerlerine göre ve her şey onun müziğini yansıtıyordu. Onun altın rengi müziğini... Viyana’daki en sevdiğimiz konserlerden biri, Mozart’ ın Viyana ’ya ilk geldiğinde kaldığı manastırın küçük şapelinin içinde verilen oda konseri olmuştu. Dört gencecik, pırıl pırıl müzisyen, her tarafı incecik freskolarla dolu bu tonozlu salonda bizi alıp, Mozart’ın yanına uçurmuşlardı. O kadar kıskanmıştım ki anlatamam... Uygarlığın parayla pulla satın alınamayacak bir şey olduğunu orada bir kere daha hatırlamıştım. Bir başka rüya gibi Viyana konserimiz ise, Sihirli Flüt operası olmuştu. Modern bir düzenlemeyle sahnelenen bu olağan dışı Mozart eseri, hepimizde farklı düşünceler yaratmıştı. Yorumlarımız değişikti...Kimimiz bu modern düzenlemeyi beğenmiş, kimimiz ise “Eğer bu bir klasikse, olduğu gibi kalmalıydı” görüşünü savunmuştu. Yine de hepimizin ortak fikri “Gece Kraliçesi” nin çok iyi olduğu yönündeydi. Hoş, ben Papageno’yu da çok sevmiştim... İşin en güzel tarafı Mozart üzerine bir de kitap yazmış müzik adamı Aydın Büke’ nin bizimle bir arada olmasıydı. Her sabah “Bugün Mozart’ın hayatında neler oldu” ile başlayıp, Mozart’ın hayatının en küçük detaylarını dahi öğrenmiştik. Aydın Büke’nin sayesinde Mozart artık, Nadir Nadi’ nin deyimiyle, sadece “Dostumuz Mozart” olmaktan çıkmış, adeta yakın bir akrabamız olmuştu. Hepten sevmiştik bu çocuk ruhlu dahiyi.
Salzburg ise, bambaşka bir dünya...Başı dumanlı yeşil tepelerin arasında, mücevher gibi parıldayan kuleleri, kubbeleri; eski kentin daracık sokaklarındaki pırıl pırıl vitrinleri, her taraftan burnunuza çalınan taze kahve ve çikolata kokularıyla büyüleyici bir kent. Başınızı nereye çevirseniz bir hareket, bir renk cümbüşü... Özellikle de Temmuz ve Ağustos ayları boyunca süren festival zamanı Salzburg’ a doyum olmaz. Dünyanın dört bir köşesinden bu küçük şehre akan klasik müzik meraklıları, smokin ve şık tuvaletleriyle konser salonlarına yürürlerken, eski şehrin daracık sokaklarında adeta moda şovu yaparlar. Sadece onları seyretmek bile, büyük keyiftir. Dünyanın en prestijli sanat festivalinde bir temsil, opera ya da konser seyretmek için, meraklılar aylar önce yerlerini ayırtırlar. Ama bu, eğer önceden ayırtılmış biletiniz yoksa konser izleyemeden döneceksiniz anlamına gelmez. Zira o dönemde Salzburg’ un kendisi, dev bir sahneye dönüşür ve sokaklardan, kiliselere her yerde resitaller, oda müziği konserleri ve kilise korolarının muhteşem performansları doldurur havayı. Açık havada, meydanlarda kurulan dev ekranlarda geçmiş festivallerin en unutulmaz gösterileri ücretsiz sunulur izleyenlere...Mozart’ ın doğduğu kent olarak, kendine büyük bir övünme payı çıkaran Salzburg, özellikle o dönemde Avrupa’ nın ve hatta belki de tüm dünyanın müzik başkenti haline dönüşür. Ancak bütün bunlarda unutulmaması gereken önemli bir detay var. Salzburg sadece festival zamanı değil, her zaman son derece çekici, misafirperver ve insanın kendini mutlu hissettiği bir şehirdir.
Şehrin sırtını yasladığı tepelerden birinin üstünde, akşamları ışıklarla bezenen eski kale-şehir, adeta bir taç gibi süsler Salzburg’u. Günbatımında laciverte dönüşen gökyüzü, kadife bir fon oluşturur ışıl ışıl aydınlatılmış kubbe ve kulelere. Daracık sokaklar ise, adeta insanın zaten gönüllü kaybolmayı isteyecekleri bir labirent gibidirler. Yüzlerce yıldır aynı yerde aynı aile tarafından işletilen kafeler ise, başta Mozart’ ın da sıkça gittiği Tomaselli olmak üzere, son derece davetkardırlar. Hele bir de pencere kenarı masaya düşerseniz, işte o zaman orada tadacağınız keyfin büyüklüğü anlatılmaz... Viyana’ nın meşhur Demel’i burada da, tam da Mozart’ ın heykelinin bulunduğu meydanda ağırlar konuklarını. Kiliseler, saraylar ve barok binalar zamanın durduğu hissi yaratır gezginlerde.
Ekim ayının son haftasında yapmış olduğumuz turda da hava şansımıza bize o kadar yardımcı olmuştu ki, her yere yürüyerek gitmiş, şehrin havasını sonuna kadar içimize çekmiştik. Akşamları ise birçoğu tarihi değere sahip nice güzel salonda, ağırlıklı Mozart’ın müziğini dinleyerek kendimizden geçmiştik. Özellikle Mirabell Sarayı ‘ndaki konserde, keman sanatçısı zarif Christine-Maria Höller’ in Tartini’nin Şeytan Trili’ ni, o gencecik yaşına rağmen olağanüstü bir ustalıkla yorumlaması uzun süre hepimizin konuştuğu konuların başına yerleşmişti.
Mozart’ın doğduğu eve yaptığımız ilk ziyaret, bize kentin kapılarını aralamış, ardından gezdiğimiz 2006 Mozart Yılı’ nın resmi sergisi olan Viva Mozart ise, hem bu büyük dahinin hayatına daha fazla yakınlaşmamıza, hem de onun en iyi eseri olarak kabul ettiği olağanüstü KV452 ile tanışma fırsatı vermişti. Serginin orta yerinde adeta bir müzik vahası yaratmışlardı ve istisnasız hepimiz burada, dans eden mor renkli ışık hüzmeleriyle canlanan notalara bırakmıştık kendimizi...
Büyük sanatçının adını gururla taşıyan Mozarteum Salonu’ ndaki son konser ise, haftamızın kapanışı için belki de zaten en uygun yerdi. Bu altın rengiyle bezenmiş tarihi salonda, Salzburg’ un kıymetli orkestralarından Mozarteum Orkestrası, bizlere Mozart’ ın en sevilen eserlerini hatırlatmış ve kendisini bir kere daha sevgiyle ve teşekkürlerle anmıştık.
Bütün bu güzelliklerin üstüne, turumuzun sonunda evlerimize dönerken, kalplerimizin bir kısmı da Salzach kıyısında kalmıştı. En kısa zamanda geri dönebilme dilekleriyle...
Sanatın her dalı, aristokrat gelenekler, öncü modernizm, uygar dünyanın tüm nimetleri ve de bunlarla birlikte aynı oranda köklerine bağlılık... İşte Viyana ve Salzburg! Üstüne biraz çikolata, biraz da altın tozu... Her köşesi güzel, her mevsim güzel ama müzikle daha güzel...