Gitmeden önce yaptığım ön okumalarda, Endonezya’nın genel özelliklerini, etnik ve kültürel zenginliğini, tabiat harikalarını ve yaşadığı sosyo-ekonomik sıkıntıları genel hatlarıyla öğrenmiştim. Ama asıl öğrendiğim şey, 17.000’den fazla ada üstüne kurulu Endonezya’nın çok büyük ve adadan adaya değişkenlik gösteren bir ülke olduğuydu. Bu bilgilerle yola çıkmadan önce, Asya kültürüne yakınlığım ve gördüğüm onca şey sebebiyle artık bu kıtada hiç bir yerin, beni öyle çok da fazla şaşırtmayacağını düşünüyordum. Hatta bunu bir kaç defa da dile getirmiştim değişik ortamlarda. Dolayısıyla Endonezya’ya giderken de bu ruh hali içindeydim. Ne saflıkmış ama benimkisi! Endonezya beni şaşırtmakla kalmadı, kimi yerlerde hayrete düşürdü, kimi zaman ağlattı ve kimi zaman gördüklerimin mizansen bile olabileceğini düşündürttü. Nitekim tropik okyanus bölgesinde, Asya ile Avustralya kıtaları arasında 5.120 km boyunca uzayıp giden Endonezya, Avrupa kıtası kadar olan genişliğiyle insanı gerçekten şaşırtıyor. Yüzölçümü bakımından dünyanın en büyük 14. ülkesi olan Endonezya, binlerce küçük adasının yanı sıra dünyanın en büyük 2. ve 3. adasının da bulunduğu yer: Papua ve Kalimantan. Yaklaşık 300 etnik grup yaşıyor Endonezya’da ve bunların hemen hepsinin kendi dili ya da lehçesi var ama Bahasa Indonesia, tüm ülkede konuşulan resmi dil olarak bu etnik grupların arasında köprü oluyor. Bunların yanısıra, ülkede Araplar, Çinliler ve Hintliler yaşıyor, üstelik her biri kendi kültürünü, dinini ve rengini koruyarak...Endonezya’nın dünyanın başka hiç bir ülkesinde görmediğim o olağanüstü değişkenliği de zaten buradan kaynaklanıyor. Kalimantan’da yaşayan Dayak’lar bile 200 ayrı klana ayrılmışlar ve her birinin kendine has özellikleri var. Düşünün gerisini...İslam dini ülkedeki en yaygın din ama bununla birlikte Hristiyanlık, Budizm, Hinduizm ve Konfüçyüsçülük de Endonezya’yı zenginleştiren inançlar. Bütün bu farklılıklarını kucaklayan bir politika benimsemiş Endonezya: “Farkların Birliği” diyorlar bu politikaya ve bütün bu renklerin, bu farkların birlikteliğiyle ülkenin daha da güçlü olacağını düşünüyorlar.
Ülkenin en bereketli adaları olan Java ve Bali’de pirinç tarlaları göz alabildiğine uzanırken, Sumatra, Kalimantan, Sulawesi ve Papua adaları, balta girmemiş yağmur ormanları sayesinde dünyanın havasını temizliyorlar. Tropik kuşakta bulunan Endonezya’da Nisan – Ekim arası Kuru Mevsim, Ekim – Nisan arası da Yağmurlu Mevsim yaşanıyor ama her ikisinin de ortak bir özelliği var: Yüksek nem oranı.
Volkanbilimciler için bir cennet olan Endonezya’da 70 aktif yanardağ bulunuyor. Batı’dan gelen Asya kökenli memeliler, Avustralya’dan gelen keseli hayvanlar, doğudan gelen kuş çeşitleri ve takımadaların orta bölgelerinde bulunan endemik türler sayesinde tüm bilimadamlarını kendine çeken bir okul olan Endonezya, orangutan, gergedan ve komodo canavarı gibi nadir türleriyle gurur duyuyor. Bu türlerin koruma altına alındığı milli parklarda, kontrollü olarak geziler düzenlenebiliyor.
Kalimantan demek yağmur ormanları ve adanın iç bölgelerinde, Uzun Ev’lerde yaşayan denen Dayak kabileleri demektir. Dayak geleneklerine göre, bir kaç aile hatta bazen bütün bir klan, Uzun Ev denen bu evlerde bir arada yaşarlar. Her ailenin kendi bölümü vardır ve klanın şefi orta bölümdeki büyük odayı kullanır. Dayak Uzun Ev’leri düşmanlara, vahşi hayvanlara ve su baskınlarına karşı korunaklı olarak inşa edilirler ve içlerinde yaşayan insanlara güvenli bir yaşam sunarlar. Evin altında bulunan alan, domuz ve tavuk gibi hayvanların barınmasına ayrılmıştır. Kalimantan’ın en uzun nehri olan Mahakam, Dayak kabilelerini görmek ve yaşayışları hakkında bilgi sahibi olmak için en önemli adrestir. Akıp giden orman manzaraları ve kıyılara kurulmuş köyler eşliğinde yapılan bu nehir yolculuğu sonunda sonsuzluğa açılan Jempang Gölü’ne varılır. Kümelenmiş bulutların suya vuran gölgeleri takip edilerek Tanjung Isuy’a varıldığında ise Dayaklar’ın mütevazı ama elele süren yaşantıları etkiler insanı. Birlikten kuvvet doğar sözünü doğrularcasına, hayatlarının her anını paylaşan Dayaklara imrenmeden edemez insan. Ben köylerine gittiğimde, beni misafir eden klan büyük bir hareketlilik içindeydi. Genç kızlardan birine büyü yapıldığını düşünüyorlardı ve bu büyüyü çözmek için gereken 6 günlük arınma töreninin hazırlıkları yapılıyordu evde. Gördüğüm manzara gerçekten etkileyiciydi: Ailenin tüm erkekleri törende kurulacak sunağın inşasında çalışıyorlardı. Biri ölçüyor, biri testereyle kesiyor, diğerleri çakıyor ve başka birileri de ciddi ifadelerle fikir beyan ediyorlardı. Genç kadınlar, arka tarafta yer alan mutfakta, el birliğiyle yemekleri hazırlıyorlardı. Kaynayan koca koca kazanların dumanları tüm mutfağı sarmıştı. Yaşlı kadınlar ise, getirilen muz yapraklarını kese büke, sunağın süslemelerini yapıyorlardı. İçeride yaklaşık 30 civarında yetişkin vardı, bir o kadar da çocuk tabii ki... Çok etkilenmiştim bu birliktelikten ve hayıflanmıştım büyük şehirlerde aynı binada oturan komşularımızı bile tanımadan yaşıyor olmamıza...
Endonezya’nın en güzel adalarından olan Sulawesi, bereketli ovaları, kayalık yalçın dağları ve Tana Toraja adlı renkli bölgesiyle her gezeni kendine hayran bırakıyor. Kuzey Sulawesi su altı zenginlikleriyle, tüplü ya da şnorkelle dalış yapmaya meraklı her gezginin mutlaka uğradığı yer. Ben ise Güney Sulawesi’nin en büyük şehri olan Makassar’dan yola çıkıp, önce nefis ova ve deniz manzaraları sonra da virajlı dağ yollarını izleyerek, Tana Toraja’ya ulaşmıştım. Torajalılar, Güney Çin’den önce Kuzey Sulawesi’ye gelmişler, sonra da içerilere ilerleyerek, dağların arasında bulunan, bereketli ve korunaklı yaylaları bulmuşlar ve yerleşmişler. Ancak onları buraya getiren gemilerini ve denizci kökenlerini gelecek nesillere hatırlatmak için, evlerini gemi şeklinde yapmaya başlamışlar ve bu gelenek bugüne kadar gelmiş. Tongkonan denen evlerin sadece şekilleri değil, süslemeleri de çok ilginç. Cenaze törenlerinde kurban edilen bufaloların boynuzları ile süslenen ön cephe, atalara saygının bir ifadesiyken, aynı zamanda ev halkını kötülüklerden koruyor. Tongkonan’ın karşısında bulunan, hemen hemen aynı tarzda ama daha küçük boyutlarda inşa edilen ve Alang adı verilen pirinç depoları, ev halkının karnını doyurduğu için, “Eve Ekmek Getiren Baba” figürüyle özdeşleşiyor. Soylu aileler için kayalara oyularak yapılan mezarlar, bugüne kadar gördüğüm mezar çeşitleri içinde, beni gerçekten en çok hayrete düşürenlerden olmuştu. Mezar girişlerinin yanında oyulan nişlerde, içeride yatanları temsil eden, giysili tahta kuklalar konuluyor ve bu kuklalar, bir elleriyle ziyaretçileri kutsarken, diğer elleriyle onlara iyilik bahşediyorlar. Toraja’daki mezar – ağaçlar da en az kaya mezarlar kadar şaşırtmıştı beni. Anlatıldığına göre eğer bir bebek, henüz dişi bile çıkmadan ölürse, kutsal sayılıyor ve bu ağaçların gövdelerinde açılan deliklere gömülüyor. Açılan deliğin ağzı, palmiye gövdesinden alınan liflerle kapatılıyor. Aradan geçen 5-6 yıl sonunda, ağaç, gövdesinde açılan bu deliği kendi kendine kapatıyor ve bebek ağacın içinde kalmış oluyor. İnsanlar o bebeğin sonsuza dek bu ağaçla birlikte yaşayacağına inanıyorlar.
Makassar’a geri dönerken geçtiğim Bugis köyleri, tepelerindeki balık kuyruğu şeklindeki süslemeleriyle çok ilgimi çekmişti. Pare Pare’de durup, Celebes Denizi’ne bakan bir restaurant’ta yemek yiyip soluklanırken, Sulawesi’de gördüklerimi nasıl anlatacağım diye endişelenmeye başlamıştım bile. Zira kelimelerle tarif edilemeyecek derecede ilginç şeylerdi bunlar...Bilmediğim bir şey vardı o sırada...O da Papua’nın bana daha da büyük bir sürpriz hazırladığıydı.
Uçağım Jayapura’ya indiğinde, havaalanında hissetmiştim bugüne kadar gördüklerimin tamamen dışında bir yerde olduğumu. Bir anda insanların tipleri değişmişti. Gözleri çekik Asyalılar yoktu burada ama daha çok Aborijinleri andırır, siyah tenli insanlar sarmıştı ortalığı. Jayapura’dan Papua’nın kalbi Wamena’ya doğru hareket ettiğimde, sadece 45 dakika süren bu uçuşun beni yıllar öncesinde takılıp kalmış bir cennete taşıyacağını nereden bilebilirdim ki? Wamena dağlar arasında sıkışmış, nehirlerle beslenen bereketli toprakları ve parlak güneşiyle zamansız bir diyar. Dani, Yali ve Lani topluluklarına ev sahipliği yapan Baliem Vadisi, gerçek bir ShangriLa. Uçakların vadiye inebilmeleri için, dağların arasında tek bir geçiş yeri var ve bu uçaklar da buradan geçebilmek için neredeyse bulutlarla kaplı zirvelere sürtünüyorlar. Baliem Vadisi’ni gördükten sonra, Cennetin Kapısı olarak adlandırdım ben bu geçiti! Baliem Vadisi’nde yaşayan halklar içinde Daniler ve Laniler, kültürel anlamda birbirlerine çok yakınlar, hatta aynı dilin farklı iki lehçesini konuşuyorlar. Yaliler hem farklı bir dile sahipler hem de daha yüksek bölgelerde yaşıyorlar. Tamamen çıplak gezen Dani erkekleri, giysi olarak sadece penislerine Koteka denilen bir tür kamış takıyorlar. Hava biraz serinlediğinde hatta şakır şakır yağmur yağdığında bile, üzerlerine başka bir şey giymiyorlar. Erkek çocuklara koteka 11-13 yaşları arasında takılıyor. Dani kadınları ise, bekarsalar, bir saz türünden yapılmış etek giyerken, evli olanları, bir orkide türünün liflerinden ağ şeklinde örülmüş, eteğe benzer bir giysi giyiyorlar. Onların da üstleri çıplak oluyor her zaman. Bu insanları Wamena sokaklarında salınırken ya da çarşıda pazarlık yaparken görmek mümkün. En değerli varlıkları domuzları. Köylerinde mutlaka domuzları var ve bir erkek evlenebilmek için karısının ailesine domuzla ödeme yapmak zorunda. Gelen misafir için mutlaka domuz pişiriliyor. Ben de bir Dani köyünü ziyaret ettiğimde, benim için bir domuz kesip, geleneksel biçimde tatlı patateslerle birlikte pişirmişlerdi. Hatta köyün şefi, ateşi geleneksel biçimde kibrit kullanmadan, konkon denilen bir tür sazı ağaç dalına sürterek yakmış, kadınlar ise taşları dizerek ocağı hazırlamışlardı. Şefin oğlu tarafından bambu okla tek bir hamlede öldürülen domuz, yine bambudan yapılan geleneksel bıçakla kesilip pişirmeye hazırlanmıştı. Teşekkür olarak, Wamena’dan getirdiğim sigaraları dağıtmıştım köy ahalisine ve hep beraber barış çubuğu tüttürür gibi tüttürmüştük sigaraları. Bu kadar değişik, bu kadar zaman mefhumunun unutulduğu bir yerde daha bulunmamıştım ben hayatımda...
Bütün bunlar bitip de Türkiye’ye geri dönerken, çektiğim yüzlerce kare fotoğrafın ya da yazacaklarımın bunları anlatmaya yetmeyeceğini düşünüyordum. Hala da öyle düşünüyorum. Endonezya’yı anlamanın en iyi yolu, kalkıp oraya gitmek ve bütün bu ilginç gelenekleri, inançları, adetleri yerinde yaşamak. Ancak o zaman dünyanın bu en bakir kalmış köşelerinde yaşanan insanlık hallerinin, aslında özünde bizimkinden pek da farklı olmadığını anlarız. Çıplak ya da giyinik, Hristiyan ya da Animist, Müslüman ya da Hindu...İnsanlar aslında aynı hamurdan yoğrulmuşlar ve bir lokma ekmek ve altında uyuyacakları dam için çabalıyorlar. Bir de bu dünyadan göçüp gittikten sonra, bütünüyle unutulmamak için...