Tarihin Taş İşlendiği Kadim Kent: DİYARBAKIR


“Dicle’yle Fırat arasında 

İpekten sedirlerinde Kur’an okunan 

Açık pencerelerinden gül dolan 

Güneşin beyaz köpüklerinde yanmış

Bir şehir bir eski kanatlar ülkesi. 

Gündüzde bile

Bir toz var yaz yarasalarından,

Bir akrep kabartması surlardan Asur’dan

Güneşi bir taş gibi fırlatan

Dicle’nin köpüklü dudaklarından

Dicle saralarından

Aslan başlı çeşmelerden 

Taçlı güneşli aslan heykellerinden”

(Gün Doğmadan/ Sezai Karakoç )

Kadim Kentin Tarihi

Ibn Haldun söylemiştir : “Coğrafya Kaderdir”… Diyarbakır, bu sözü tartışmasız doğrulayacak en ilginç kentlerden biridir. Karacadağ’dan Dicle’ye uzanan geniş kara bazalt platonun doğusunda, Fis Kayası denen korkutucu kütlenin üstüne yerleşen, yamacına aldığı “Dicle” ile doğal bir savunma hattı oluşturan, nehrin coşkun suları ile hem yaşam kaynağını garantileyen hem de etkin bir suyolu ticareti merkezi olan, doğudan batıya kuzeyden güneye kervanlara – yolculara sığınma ve korunma imkânı sunan, Bereketli Hilal’in kuzey ucunda Anadolu ile Mezopotamya arasında kültürel, ticari köprü olan bir kadim kenttir… 

Kadim kent diyorum da, gerçekten köklü bir tarih barındırır Diyarbakır. Elimden geldiğince kısa tutmaya çalışarak bu derin tarihi biraz anlatayım sizlere.

İl sınırlarını dikkate alırsak insanlık tarihinin en eski yerleşimlerinden birisine ev sahipliği yapar. Ergani İlçesi yakınlarındaki Çayönü, MÖ 7500’e tarihlenen ve Mezopotamya-Anadolu kültürel etkileşimlerini gösteren bir höyüktür. Çayönü’nde, kesintisiz olarak 2 bin yıl süren yerleşim, yukarı Mezopotamya’da ilk tarım yapan köy topluluğuna ait çok önemli bulgular ve yerleşik hayata geçişin çok önemli ipuçlarını sunar. Neolitik Devrim olarak adlandırılan bazı ilkler Çayönü’nde gerçekleşir. Avcılık ve toplayıcılıktan tarıma geçilmesi, buğdayın ilk evcil hasadı, yabani hayvanların ilk olarak burada evcilleştirilmesi…

Dünyanın en eski maden ocaklarından biri olan Ergani’deki bakır yatakları, binlerce yıl önce burada yaşayan topluluklar tarafından kullanılmış alet / silah olarak ilk defa bakır eşya üretimi burada yapılmıştır. Lice’deki Birkeleyn Mağarası ve Silvan’daki Hassuni Mağarası ve yine Ergani yakınlarındaki Hilar Mağaraları (Sesverenpınar Köyü) Anadolu’nun en eski mağara yerleşimlerinden birisidir. Yontma Taş Devri’nden Bronz Çağı’na takip edebildiğimiz bu yerleşim yerleri ile birlikte muhtemelen Diyarbakır sur içi de antik çağlardan günümüze kesintisiz iskân görmüştür.

Coğrafi konumu ile önemli bir geçit/kale olan Fis Kayası üzerinde Hitit döneminde yerleşim başlar. MÖ 3000-1260 arası bölgeyi yöneten Hurriler ve Mitanniler, MÖ 1260’da bölgeyi Asur’lulara bırakırlar. Asur ticaret kolonileri için çok stratejik bir kent olan Diyarbakır - o günkü adı ile Amid - uzun yıllar önemli bir ticari/askeri merkez olmuştur. MÖ 653’te kuzeyden gelen savaşçı Urartular bölgeye yerleşir ve yüz yıl boyunca İskitler, Medler ve giderek güçlenen Persler arasında kanlı savaşlar olur. Büyük bir imparatorluk kuran Persler MÖ 550-331 arasında nerdeyse tüm Anadolu’yu istila ederler. 

Sözüm ona Anadolu’yu Perslerden kurtaran büyük İskender MÖ 334’de bu topraklara girer ve birkaç yıl içinde Pers İmparatorluğu’nu tarihten siler. İskender’in ölümü ile toprakları güçlü generalleri arasında iktidar savaşlarına sahne olur. Makedonyalılar arası çatışmalarda bölge Seleukos’ların elinde kalır. MÖ 140-85 arasında Partlar’ın yönetimine geçen bölge, bir süre sonra Büyük Tigran tarafından Ermenistan Krallığı topraklarına katılır. Resmi tarihçilerimizin konuşmaktan pek haz etmediği bir dönem olan bu yıllarda Seleukos’ların hâkimiyetine son veren Kral 2. Tigran (MÖ 95 - 55) önceleri Antakya’yı başkent yapar,  sonrasında Diyarbakır ili doğu sınırında kendi adına yepyeni bir başkent kurarak kendi adını verir bu yeni kente: Tigrankert. Günümüzde Silvan kasabası yakınında bulunan bu antik yerleşim yeri, çok uzun yıllar doğunun en büyük Ermeni kentlerinden birisi olarak varlığını sürdürür.

Uzun süre Ermeni Krallığı egemenliğinde kaldıktan sonra Diyarbakır, sürekli İranlılar ve Romalılar arasında el değiştirir. Önceleri büyük Roma İmparatorluğu’nun doğu sınırı olan Dicle Nehri MS 395'ten itibaren Doğu Roma topraklarının sınırı olmuş, ama yine kaderi - coğrafi konumu nedeni ile huzur bulamamıştır. Yüzlerce yıl süren Bizans-Sasani savaşları yüzünden kent sık sık el değiştirmiştir. İşte bu yıllarda sıklıkla yenilenen ve genişletilen Diyarbakır surları bu günkü görkemine daha İmparator Konstantin yıllarda kavuşmaya başlar.  Surların ikinci büyük yapım dönemi Büyük Jüstinyen zamanı, MS 528-532 yıllarıdır.

İslamiyet’in doğuşu ve yayılması ile en erken fethedilen Bizans kentlerinden birisidir Diyarbakır. Kent İslam ordularının eline geçtiği 27 Mayıs 639 tarihinden itibaren Müslümanlığın en önemli merkezlerinden birisi olur. İnanışa göre Mekke ve Medine’den sonra en fazla Sahabe mezarı bulunan şehirdir. Roma kentinin tam merkezinde bulunan büyük bir Bizans kilisesinin camiye çevrilmesi ile Ulu Cami olarak anılan eşsiz kompleks oluşmaya başlar. Bu cami günümüzde İslam dünyasının 5. en önemi Harem-i Şerif’i (Mukaddes Mabed) olarak tanınır. 

Kent bu kadar önemli olunca onu eline geçirmek isteyenler de çok olur. Atına binip kılıcı kuşanan herkes Diyarbakır’ı kuşatır… Bir süre yönetir ama yeni bir ordu kapılara dayanınca kent yine el değiştirir. Sırası ile; Abbasiler (750-869), Şeyhoğulları (869-899), tekrar Abbasiler (899-930), Hamdaniler (930-978), Büveyhoğulları (978-984), Mervaniler (984-1085), Büyük Selçuklular (1085-1093), Suriye Selçukluları (1093-1097), İnaloğulları (1097-1142), Nisanoğulları (1142-1183), Hasankeyf Artukluları (1183-1232), Mısır ve Şam Eyyubileri (1232-1240), Anadolu Selçukluları (1240-1302), İlhanlılar (1302-1394), Zalim Timur orduları (1394-1401), Akkoyunlular (1401-1507), Safeviler (1507-1515) egemenliğinde kalan kent en sonunda Yavuz Sultan Selim döneminde, 15 Eylül 1515'te Bıyıklı Mehmet Paşa tarafından alınarak Osmanlı'ya katılır.

Sevgili okuyucu, sanırım şimdi daha iyi görüyorsun neden Diyarbakır’ı “kadim” kent diye tanımladığımızı…

Üstelik bu kadim olma durumu, kentte bir arada yaşayan ve binlerce yıldır aynı coğrafyayı – dolayısı ile de aynı kaderi paylaşan farklı etnik grupların varoluşları için de geçerlidir. Günümüzde maalesef kaybetmiş olduğumuz bu kültürel mozaik o kadar çeşitli ve renklidir ki: Rumlar, Yahudiler, Ermeniler, Süryaniler, Yezidiler, Keldaniler, Araplar, Kürtler, Zazalar, Türkmenler iç içe yaşamıştır bu kentte. 20. yüzyılın başına kadar Müslüman, Hıristiyan ve Yahudiler hep beraber yaşamışlar; Mahalle-i Gebran, Mahalle-i Eramine, Mahalle-i Şemsiyan, Mahalle-i Yahudiyan gibi adları olan mahallerde. Üstelik şehir, muazzam bir surla da çevrili olduğu için de çok daha iç içe bir yaşamları varmış bu insanların.

Bunca kadim kültürün geçtiği bir şehrin adı da aynı kalmaz, birçok kez değişir elbet. İşin güzel olan tarafı, binlerce yıl kesintisiz iskân ve kültürel etkileşim olduğu için bu isimlerin hepsinin günümüzde yaşıyor ve kullanılıyor olması…

Kentin adına ilk olarak Asur Hükümdarı Adad-Nirari'ye ait bir kılıç kabzasında rastlıyoruz. 'AMID', Amidi veya 'Amedi' olarak geçiyor Asur kaynaklarında, Roma ve Bizans'a ait yazılı kaynaklarda da yine bu şekilde adlandırılıyor. Üzerinde yer aldığı kaya kütlesi ve yerel mimaride ayrıştırıcı bir malzeme olarak görülen siyah bazalt taşı nedeni ile 'Kara Amid', 'Amid-i Sevda' olarak da anılıyor şehir. Arap egemenliği sırasında bölgeye gelen kabilelerden birisinin adı olan Bekr adı nedeniyle 'Diyar-ı Bekr' deniliyor. Arapça kaynaklar bu ismi daha çok bölgenin adı olarak kullanıp kent merkezine Amid demeyi sürdürüyorlar. Osmanlı da aynı yöntemi kullanıyor ve giderek halk arasında “Diyarbekir” oluyor adı. Osmanlı döneminde sancak merkezi 'Amid', bölge 'Diyarbekir' olarak kayıtlarda yer alıyor ama 1867'de vilayet olduktan sonra merkez içinde sadece Diyarbekir kullanılmaya başlıyor. Cumhuriyet dönemi boyunca vilayet olarak kalan bölgenin adı, 17 Kasım 1937 tarihinde Atatürk'ün trenle Diyarbakır'dan Elazığ'a geçtiği gece, onun önerisiyle  'bakır diyarı' anlamında Diyarbakır’a dönüşüyor.

Şimdi sizi, bunca tarihi bilgiden yorulmadığınızı umarak, bu kadim kent içinde bir gezintiye çıkartayım.

Diyarbakır’a gelince, sizi önce biraz karman çorman bir yapıda gelişmiş, modern konutların - dev beton blokların birbiri içine girdiği, geniş caddeler ve sıklıkla inşaatların arasında kalmış sokaklar karşılar. Aralarda sıkışmış gecekondular, tüm modernliğine karşın toz toprak içindeki sokaklar, aniden karşınızda beliren, dikenli tellerle çevrili resmi binalar ve dev askeri tesisler ziyaretçiye alışılageldik bir Anadolu kentinden farklı bir yere geldiğini hemen hissettirir. Bu yeni ve kimliksiz kenti hızla arkamızda bırakıp Dicle kıyısında en güzel yere yerleşmiş olan sur içine gitmek gerekir. Kadim Diyarbakır burasıdır…

Surlar

Eski kente adını veren, kimliğini kazandıran ve onu kısmen de olsa sarıp sarmalayan “SUR” Diyarbakır’ın en bilinen sembolüdür. Havadan bakınca kalkan balığını andıran bu dev yapı, Dış Kale ve İç Kale olarak iki bölümden meydana gelmektedir. Sur içi bölgesinin doğu-batı doğrultusunda 1.700 m, kuzey-güney doğrultusunda 1.300 metrelik genişliği vardır.  Dış Kale surlarının uzunluğu 5 kilometreyi bulur. Büyük bir kısmı sapasağlam ayaktadır. Surların yüksekliği ortalama 10-12 metredir, kalınlığı ise 3-5 metre arasında değişmektedir. Surlar üzerinde kuleleri birbirine bağlayan geniş bir yol vardır.

Surların üzerinde farkı uygarlıkların ve kültürlerin izlerini taşıyan 82 adet burç vardır. Sadece bu kaleyi ve her biri ayrı estetik değerler sunan bu görkemli burçları gezmek için bile Diyarbakır’a bir seyahat yapmaya değer. Bu burçların içinde koğuşlar, mahzenler, sarnıçlar ve depolar yer alırmış. Birçok burcun halk arasında hikâyelere – efsanelere konu olmuş isimleri vardır. Bunların arasında; Yedi Kardeş, Nur Burcu, Keçi (Kiçi) Burcu, Selçuklu Burcu ve Evli Beden Burcu’nu sayabiliriz. Bu sonuncusu, Ulu Beden veya Benusen veya Ben-ü Sen burcu olarak da anılır ki, bazen 3 farklı burç varmış zanneder acemi ziyaretçiler…

Dış Kale’nin -eski kenti dünyaya bağlayan- kapılarına gelirsek, toplam 4 adettir: kuzeyde Dağ Kapısı (Harput Kapısı), batıda Urfa Kapısı (Rum Kapısı), güneyde Mardin Kapısı (Teli Kapısı), doğuda Yeni Kapı (Su Kapısı veya Dicle Kapısı). Gerek kapıların gerekse de burçların üzerinde, kentte yaşamış onlarca medeniyetin dinleri, dilleri, kültürleri, anılarından somut izler taşıyan kitabeler ve kabartmalar vardır. Surlar üzerinde tespit edilen altmış üç kitabeden altısı Bizans dönemine aittir; dördü Yunanca, biri Latincedir, diğerleri İslami dönemlere aittir. Özellikle burçlar, kitabelerin yanı sıra taş süslemeler, bazalt ve kalker üzerine oyma, kabartma, sigrafitto ve eğri kesim teknikleriyle oluşturulmuş muhteşem motifler, kabartmalar ile süslüdür: silah, hayvanlar (çift başlı kartal, kaplan, boğa) ve güneş motifi en bilinen kabartmalardır.

Dış Kale’nin kuzeydoğu köşesinde, Fis Kayası ve Fis Mağaraları adı ile anılan dev bazalt kaya parçası vardır. Burada yer alan İç Kale, kentin en eski yerleşim yeridir. İç Kale’nin, milattan 2 bin yıl kadar önce Hurriler döneminde kurulduğu sanılıyor. İç Kale, Kanunî Sultan Süleyman zamanında 1524–1526 yılları arasında ikinci bir surla çevrilerek genişletilmiştir ve 4 adet kapısı vardır: Fetih, Oğrun, Saray ve Küpeli Kapı; Fetih ve Oğrun kapıları dışarıya, Saray ve Küpeli kapıları iç tarafa şehre açılır...

İç Kale surları içinde Saint George Kilisesi, Artuklu Sarayı kalıntıları, Viran Kale harabesi, sarnıç ve Hz. Süleyman Cami ve 27 Sahabe Türbesi, Aslanlı Çeşme ve Artuklu Kemeri’nin yanı sıra Jandarma Binası, Eski Cezaevi, Kolordu Binası gibi kamu yapıları bulunmaktadır. İç Kale’den bahsederken, buranın talihsiz ve kanlı tarihinden de söz etmek gerekir. Abdülhamit devrinde burada yapılan hapishane, sadece yakın tarihimizin çok acı / trajik olaylarına, insanlık dışı işkencelerine ve faili meçhul cinayetlerine sahne olmakla kalmaz, yakın zamanda yapılan kazılarda bulunan çok sayıda kafatası ve insan kemiği, bu hapishanenin yüz yıllık tarihi süreçte yaşanmış kanlı olaylara da tanıklık ettiğini gösterir. Yakın zamanda restorasyona alınan İç Kale, cezaevinin bir Demokrasi ve İnsan Hakları Müzesi olacağı söyleniyor.

Sur İçi 

Diyarbakır’ın nerdeyse tüm tarihi, kültürel yapıları Sur İçi bölgesindedir. Bugünlerde -2014 yılı itibariyle- UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne girebilmek için çalışmalar yürütülen bu görkemli alan, birçok önemli sivil ve dini mimari yapıyı barındırır. Daracık ‘küçeler’ arasında yan yana duran, bazısı harap durumda -adeta var olma savaşı veren- bazıları da görkemli geçmişlerini tüm güzellikleri ile hâlâ yansıtmaya devam eden çok önemli eserler vardır. Dağ kapıdan Sur İçi’ne girip, ana caddeler biraz yürüyünce hanlar, medreseler, camiler, kiliseler, konaklar arasında ne tarafa bakacağını şaşırır insan. Kuzey-güney aksı boyunca şehri boydan boya kateden Gazi Caddesi tüm önemli eserlere ulaştırır meraklı gezginleri. Ana arterde güneye doğru, yani Mardin Kapı yönüne yürürken Roma kentlerinin geleneksel yapısı olan, birbirini kesen 2 ana caddenin burada da var olduğunu hemen anlarsınız. 

Caddenin ortasında, yani Sur İçi’nin coğrafi merkezinde sizi doğu-batı yönlerindeki kapılara götürecek diğer ana arter yolunuzu keser. Sağdaki ana cadde sizi Urfa Kapı’ya götürür, eski adı ile: Rum Kapı. Sol yani doğu tarafınız ise eski adı ile Gâvur Mahallesi yani bir zamanlar yoğun olarak Ermenilerin ve Süryanilerin yaşadığı Hançepek Mahallesi’dir. Bu mahalleden size özellikle bahsedeceğim sonraki satırlarımda…

Durun ama hemen acele etmeyin, hatta biraz daha geriye dönelim ki ana cadde üzerindeki önemli yapılara dair birkaç çift kelam edelim yerimiz ve bilgimiz elverdiğince…

Dağ Kapı’dan girince ilk köşede sizi Nebii Cami karşılar. Çok küçük, ağaçlar ve binalar arasında fark edilmesi zor olan bu cami 15. yüzyıldan kalma bir Akkoyunlu eseridir. Sekizgen bir kasnak üzerine oturan tek kubbesi ve ana yapıdan ayrı duran kare planlı minaresi ile kendine has bir mimari formu vardır. Etrafında bir tur atarsanız, yatay olarak bir sıra siyah, bir sıra beyaz taşlar ile örülmüş duvarları ve şık kitabeleri ile çok güzel fotoğraf kareleri sunar.

Ana cadde üzerinde güneye ilerlerken yolun solunda adeta bir şato görkemiyle sizi Hasan Paşa Kervansarayı karşılar. Diyarbakır Valisi’nin oğlu Vezirzade Hasan Paşa tarafından 1573 yılında yaptırılmış olan iki katlı bu han, günümüzde dillere destan kahvaltılar sunan kahvaltıcı esnafının sergi alanı olmuştur. İster sabah ister akşam olsun, mutlaka avlusunda bir gezinti yapmak, hatta bir keyif kahvesi için kısa bir mola vermek şarttır bu handa. Avlunun ortasında sütunlu ve üstü kubbeli bir şadırvan serinlik verir yaz sıcağında. Hanın en çok dikkat çeken yeri batı cephesidir. Dışarıya çıkıntı yapmayan bu bölüm içeriye dönük bir eyvan görüntüsündedir.

Bir sonraki durağımız kentin en önemli tarihi eseri olan ve pirimiz Evliya Çelebi’nin “Diyarbekir’in yüzsuyu” olarak tanımladığı Ulu Cami kompleksi olmalıdır. Bizans devrinde “Mar Thoma Kilisesi” adı ile aziz Tomas’a adanmış olan Ulu Cami, Anadolu’nun bilinen en eski camisidir. Hazreti Ömer devrinde şehri ele geçiren Müslümanlar tarafından camiye çevrilmiştir. Erken İslam Dönemi’nin ünlü Şam Emeviye Camisi’nin Anadolu'ya yansıması olarak yorumlanır. Farklı dönemlerde yapılan onarım ve eklentilerle bugünkü şeklini almıştır. İslamiyet’in önemli mezheplerine mensup olanlar için ayrı ayrı ibadet bölümleri olan camide Hanifiler bölümü ve Şafiiler bölümü net olarak ayrışır. Camiye bitişik olarak yapılan Mesudiye Medresesi ve Zinciriye Medresesi ile büyük bir yapılar topluluğu oluşmuştur. Daha önce de belirmiştim: İslam âleminin 5. Harem-i Şerif’idir bu cami.

Bugünlerde bir dizi onarım ve yenileme çalışmaları nedeni ile bazı bölümleri kapalı olan bu görkemli yapılar topluluğu büyük bir avlu etrafında yer alır. Avlu çevresinde, güneye yerleştirilmiş iki cami (Hanefiler ve Şafiler bölümü), iki medrese, iki maksure ile şadırvan ve havuz yer alır. Camiye ve avluya giriş üç kapıdan sağlanır. Cadde üzerinde bulunan ana (taç) kapı, geniş bir kemer şeklinde avluya açılır. Kapının her iki yanında bulunan aslan ile boğa mücadelesini simgeleyen kabartmalar oldukça dikkat çekicidir.

Avlu ortasında yer alan şadırvan, sekiz mermer sütun üzerine oturtulmuş ve üzeri saçaklı, sivri külahlı bir ahşap çatı ile örtülüdür. Şadırvanın batısında ise yerden az yüksekte, yine sekiz mermer sütuna oturan, külah şeklinde ahşap çatılı bir namazgâh bulunur. Avlunun kuzey tarafında tarihi bir güneş saati dikkati çeker. 

Külliyenin en eski mekânı: Hanefiler bölümüdür. Cami avlusunun güneyinde yer alan Hanefiler bölümü doğu-batı doğrultusunda mihraba paralel bir şekilde uzanan üç sahınlı bir yapıya sahiptir. Dikdörtgen planın tam ortasında yer alan kubbe üzerindeki kalem işleri, siyah taşın yoğun olduğu iç mekânla büyük bir uyum gösterir. Bu kalem işleri 1712 yılında yapılmıştır. Yapının güney ekseninde sade taştan bir minber ve dışa doğru taşan bir mihrap bulunur. 

Şafiler bölümü ise Batı maksureye bitişik şekilde 12’nci yüzyılda İnanoğulları döneminde yapılmıştır. Kanuni Sultan Süleyman döneminde Atak Beyi Emir Ahmet Zırki tarafından onarılmıştır. Güney cephesi caminin en hareketli ve göze çarpan cephesidir, burada itinalı bir işçilik göze çarpar. Tamamıyla düzgün kesme taş malzeme ile inşa edilen cephenin üst kısımlarında iki renkli taş işçiliği görülür. Cepheyi, ortasındaki yarım daire mihrap çıkıntısı ile bunun iki yanında üçerden, altı pencere süsler. Pencerelerin üstünde celî sülüs bir yazı kuşağı boydan boya uzanır.

Cami avlusunun kuzeydoğusunda yer alan Mesudiye Medresesi, Artuklu döneminde külliyeye katılmıştır. Kitabesine göre medresenin yapımına 1198 yılında Artuklu Meliki Ebu Muzaffer zamanında başlanmış, 1223 yılında Melik Mesud döneminde tamamlanmıştır. Yapı Melik Mesud döneminde tamamlandığı için “Mesudiye” ismiyle anılmaktadır. Anadolu’nun ilk üniversitelerinden olan medresenin kitabesinde dört Sünni mezhebe yönelik fıkıh medresesi olduğu anlaşılmaktadır. Ulu Cami yapı topluluğunun ikinci medresesi konumundaki Zinciriye (Sincariye) Medresesi, topluluktan bağımsız olarak Hanefiler bölümünün batısına, ara sokaktan sonra inşa edilmiştir. Sincariye Medresesi olarak bilinen yapı bir süre Diyarbakır Arkeoloji Müzesi olarak kullanılmıştır. Plan bakımından kuzey-güney istikametinde kareye yakın dikdörtgen bir alana oturan yapı, avlusu, iki eyvanı ile klasik bir medresedir.

Ulu Cami’yi gezdikten sonra, avlunun kuzey kapısından çıkıp sola dönerseniz dar sokakları ile Cami-i Kebir Mahallesi karşılar sizi. Tarihe ara verip edebiyata dokunma zamanıdır şimdi. Hemen karşı köşede 120 yıllık bir konak. Yakın zamanda elden geçirilip Diyarbakırlı şair Ahmet Arif adına bir edebiyat müzesi yapılmış. Şairin kişisel eşyaları, el yazısı şiirleri sergileniyor. Müzenin avlusu nezih bir dinlenme mekânı ve sokağa geri çıkıp sola dönerseniz bir şairin dizelerinden diğerine geçmek şaşırtıcı derecede kolay olacak sizin için. Sonraki komşu konak; Şair Cahit Sıtkı Tarancı’nın 1910 yılında doğduğu ve gençlik yıllarına kadar yaşadığı evdir. Yapım tarihi 1733 olan bu ev, geleneksel Diyarbakır evlerinin tipik bir örneğidir. Önce evi gezelim birlikte, sonra avluda soluklanıp Diyarbakır evlerini ayrıca inceleriz. Müzede Tarancı’nın özel eşyaları, mektupları, kitapları, aile fotoğrafları ve Diyarbakır yöresinin etnografik nitelikli eserleri sergilenmektedir. 1733 yılında inşa edilmiştir. Bir dönem eski Trahom Hastanesi olarak bilinen yapı daha sonra Cahit Sıtkı Tarancı’nın ailesine intikal etmiştir. Geniş ve şık bir avlusu var evin, hatta konağın desek daha doğru olur. Avluda Cahit Sıtkı Tarancı’nın oturur vaziyette bir heykeli bulunuyor. Kaidesinde: 

"Her mihnet kabulüm yeter ki 

Gün eksilmesin penceremden"

dizeleri yer almış. İtalyan üstat Dante’ye atfen "Otuz Beş Yaş" ı yolun yarısı belleyen şairin 46 yaşında öldüğünü ve hayatının son yıllarını hasta yatağında geçirdiğini düşününce bir hüzün kaplar içinizi.

Diyarbakır Evleri

Diyarbakır mimarisine özellikle Akkoyunlu, Artuklu ve Osmanlı stili egemendir. Konutlar, iklim şartları göz önüne alınarak, yazlık, kışlık, baharlık bölümlerinden oluşan, içe dönük, orta avlulu ve çok pencereli olarak inşa edilir. Evlerin orta avlusunda genellikle bir havuz bulunmaktadır. Evler, sokaktan yüksek duvarlı bir avlu ile ayrılır. Sokakta yürüdüğünüz zaman yüksek duvarlar ve kapılar görürsünüz. Bu kapıların hepsi birbirine benzer. O kapının ve duvarların arkasında, bir zengin evi mi, yoksa bir fakir evi mi var, ev kaç odalı, büyük mü küçük mü göremezsiniz. Zengin ve fakirin yan yana yaşadığı, farklı dinlerin kültürlerin birbirine baskıcı olmadığı taşkın, buyurgan, teşhirci bir anlayışın olmadığı eski güzel günlerin anlayışıdır bu yapılar. Özel hayatlar, şimdilerde sıkça gördüğümüz gibi abartılı bir zenginlik ile sergilenmez, sokaktan görünmez, mahremdir, adı üstünde özeldir.

Evlerde yapı malzemesi olarak bazalt taşı kullanılır. Gözenekli bir yapısı olan bazalt, konutların yazın serin kışın sıcak kalmasını sağlar. Bazalt, dişi ve erkek olmak üzere iki türdür. Erkek bazalt duvar inşasında kullanılır, izolatördür ve çok serttir, çünkü ateş imtihanından geçmiştir. Eyvan zeminleri ise dişi bazalttır, gözeneklidir, üstüne suyu serptiğiniz zaman su o gözeneklerde toplanır ve buharlaşır, serinlik verir.

Mütevazı bir eşikten içeri girersiniz ve ferah bir avlu görürsünüz. Avlu gündelik yaşam alanıdır, etrafında yazlık ve kışlık odalar vardır. Yazlık odaların yönü kuzeye, kışlık odaların yönü güneye dönüktür. Farklı bölümleri vardır evlerin: başoda, diğer odalar, kiler, mahzen, atların bağlandığı yer, mutfak, hamam… Dört mevsim yaşanacak dört ayrı bölümden oluşur evler. Büyük avluları, avlulardaki kuyuları veya su tulumbaları, içinde bakraçların, karpuzların yatırıldığı işlemeli süs havuzları, küçük hamam sayılacak banyoları ile özel yapılardır. İç cephe duvarlarında zarif motifli pencereler yer alır. Evlerin içi “Cıs” adı verilen bezemelerle süslenir. Beyaz renkli olan bu bezemeler siyah taşlardan yapılmış odalara aydınlık katar. Geleneksel Diyarbakır evlerinin en güzel örnekleri arasında; Cahit Sıtkı Tarancı Müze Evi, Ahmet Arif Edebiyat Müze Kütüphanesi, Ziya Gökalp Müze Evi, Sait Paşa Konağı, Süleyman Nazif Evi, İskender Paşa Konağı ve Behram Paşa Konağı sayılabilir.

Hançepek - Gâvur Mahallesi

Diyarbakır’dan bahsederken bu mahalleye ve o çok özel kültürüne dokunmamak olmaz. Xançepek olarak yazılmalı – özüne uygun olarak… Şimdilerde oldukça tekinsiz yerler, kentin suç yoksulluk ve suç oranı istatistiklerinde başı çeken bu mahalle, geçmişte dinlerin ve kültürlerin bir arada / kardeşçe yaşadığı çok özel bir mahalleymiş. Burada doğan ve özlerinden kopmayan yazar Mıgırdiç Margosyan’ın “Tespih Taneleri” kitabındaki satırlarında 50’lerdeki Gâvur Mahallesi’ni görelim:

“... Mecliste bulunanlar hep beraber zihinleriyle Diyarbekir “kuçe”lerinde gezinerek “ğhane ğhane” Ermeni evlerini saymaya, bu evlerde yaşayan Ermenilerin nereli, ana, baba,“olığ çocığ” kaç kişi olduklarını tespit etmeye çalışırlardı. Bunun için Hançepek’te, Ermenilerin yoğun olarak yaşadığı Gâvur Mahallesi ya da Gâvur Meydanı’nın hangi sokağından başlayıp, hangi yoldan yürüyüp, en son nerede, hangi sokakta bu sayma işine son vereceklerini kararlaştırırlardı...”

“Demağ ki, Diyarbekir’de üç yüz elli ğhane Hay var...”

Küçe, Diyarbakır’da sokaklara / ev dışına verilen isimdir... Bugün bile çocukların temel dünyasıdır… Küçeye kaçmak, küçeden gelmek günlük konuşmada kullanılır. “Hay” Osmanlı döneminde Ermenileri tanımlayan söz muhtemelen Kürtçe kökenli, Müslümanlar Ermenilere ‘fılle’ de der… Babaannemin bize kızdığında “fillenin dölü” diye azarladığını dün gibi hatırlarım… Diğer Hristiyanlara (Rum, Süryani) genelde ‘Gâvur’ denirdi, Yahudilere ise ‘Moşe’ deniyor. (Kürtçede ise ‘Cehü’), Hristiyanlar ise Müslümanlara ‘DACİK’ dermiş… Buyurun çok dilli olmak nasıl oluyor görün…

Bu dönem, Margosyan’ın anılarında yaşam biçimi olarak da gözlerimizin önünde canlanıyor:

“... Yemenici, lastikçi Eğuş yine çarık dikmeye, demirci Mero kurt kapanı yapmaya, marangoz topal Nişo erik ağacından kaval yapmaya, nalbant Henuş nal çakmaya, kısacası herkes kendi işine dönerken Keldani asıllı attar Yusuf ile dükkân komşusu Süryani asıllı berber Yakup da kaldıkları yerden dama oynamayı sürdürdüler.”

Yine Margosyan’ın bir başka eserinden bir alıntı: “… Evimizde anadilimiz dediğimiz Ermenice’nin dışında ayrıca Zazaca, Kürtçe ve Türkçe konuşulurdu, yani ailecek çok dilliydik. Biz çocuklar, anamın babamın konuştuğu Zazaca’yı veya Kürtçe’yi pek anlamıyorduk, Rahatça konuştuğumuz dil, okulda öğrendiğimiz, sokakta sık sık duyduğumuz Türkçeydi. Türkçe’nin yanı sıra bir de evde büyük anamın annemle konuşurken sık sık kullandığı ve babamla keza kendi aralarında kullandıkları bir Ermenice vardı…”

İşte bir kitâbi bilgi daha: yazar Vital Cuinet, Osmanlı Asya Vilayetleri adlı eserinde, 1890 yılında, Diyarbakır nüfusunu 35.000 kişi olarak verir. Bu nüfusun 20.142’si Müslüman, 10.259’u Ermeni, 960’ı Rum, 999’u Katolik Keldani, 1350’si Suriyeli Katolik ve Yakubi, 284’ü Yahudi olarak belirtilir.  Şimdilerde her azınlık grubundan bir elin parmakları kadar aile ya kaldı ya da kalmadı… Ne hüzün...

Gazi Caddesi boyunca ilerlediğinizde, Hasanpaşa Hanı'nı geçtiğinizde, sol kolunuz üzerinde Gâvur Mahallesi'ne açılan sokağın başında sizi, Akkoyunlu Sultanı, Sultan Kasım tarafından 1500’lü yıllarda yaptırılan Şeyh Mutahhar Cami ve meşhur Dört ayaklı Minare karşılar. Sıralı siyah beyaz taşları ile yine tipik bir Diyarbakır yerel mimari örneği. Camiyi ve minareyi geçer geçmez solunuzdaki dar sokağa girince Mar Petyun Keldani Kilisesi kapısıyla karşılaşırsınız. Bu kilise kentin aktif iki kilisesinden biridir. 17. yüzyılda yapıldığı düşünülen kilisenin cemaati olan Keldaniler, Hıristiyanlığı ilk kabul eden topluluklardan biridir. Doğu Ortodoks Süryanilerinin arasından Roma Katolik Kilisesi inançlarına yakınlaşan bir gruptur Keldaniler. Kapı açık değilse bile tokmağı çalın ve kilise görevlisi ailenin misafirperverliğinde bu güzel yapıyı gezin mutlaka. Şimdilerde Keldani inancından 8-10 aile kalmış durumda… Cemaatin kilisesi var ama papazı yok, dolayısı ile ayinleri şehrin diğer aktif kilisesi olan Süryani Meryem Ana Kilisesi Papazı Yusuf Bey tarafından yürütülüyor.

Kilisenin avlusundan doğuya bakarsanız eski-harap durumdaki papaz evinin arkasından bir büyük çan kulesi gözünüze çarpar. Diyarbakır’ın en önemli dini yapılarından olan ve geçtiğimiz yıllara kadar harap durumda olan bu kilise yakın zamanda Ermeni cemaati ve yerel yönetimin katkılarıyla kapsamlı bir onarımdan geçip ibadete açıldı. Surp Giragos Kilisesinin çanı 97 yıl aradan sonra ilk kez geçtiğimiz yıl çaldı. 1915'te tehcire kadar aktif olarak kullanılan bu kilisenin Gotik tarzındaki 5 katlı görkemli çan kulesi, Diyarbakır'daki cami minarelerinden daha yüksek olduğu gerekçesiyle top ateşi ile yıkılmıştı.

Bu güzel kiliseyi görmek için mutlaka vakit ayırmak gerek. Ermeni taş ustalığının en iyi örneklerinden biridir burası ve Ortadoğu’daki en büyük Ermeni kilisesidir. Surp Giragos adını Aziz Giragos'dan almıştır. Giragos 300’lü yıllarda Konya'da yaşayan Hugida adındaki Hıristiyan dul bir annenin tek küçük oğludur. Pagan Roma inancına göre suçlanıp, Tarsus’ta annesi ile birlikte işkence görüp şehit olmuştur.

Yeri gelmişken, Diyarbakır’da faal durumda olan diğer bir kiliseden Meryem Ana Süryani Kadim Kilisesi’nden de bahsedelim. Bizans Dönemi’nden kalma mihrabı ve Roma tarzı kapısı ile kentin en eski Hıristiyan yapılarından biri olan bu kilisede son onarım 18. yüzyıla tarihlenir. Bu kilise Süryani Kadim Yakubi mezhebine aittir. Birbiri içine geçmiş avlular etrafında bir divanhane (toplantı salonu), rahip odaları, yatakhaneler ve diğer yaşam alanları ile bir manastır görünümündedir. Taş ve ahşap işçiliğinin çok güzel örnekleri, farklı kiliselerden mecburen toplanmış ikonaları ve kutsal objeleri görmeye değer.

Kentin Sur İçi bölgesinde yürüyerek sokak aralarında karşılaşabileceğiniz birçok başka cami, kilise medrese ve tarihi eser daha vardır. Ancak bu yazıda yaptığımız sanal geziye bu eserleri katmadım. Ama surun güneyine, Mardin kapıya yakın bir başka önemli mimari eseri - özelikle adından ve bu işin anlamından dolayı – anmadan geçmek istemem. Biraz gizemli oldu farkındayım. Deliller Hanı’ndan bahsediyorum. Sıklıkla -deliler hanı- dense de işin aslı; “Delil” yol gösteren, rehber, kılavuz demek. Bu hana, “Deliller” adı verilmesinin sebebi Hicaz’a gidecek hacı adaylarını götürecek delillerin (rehberlerin) bu handa kervanlarla buluşması – rehber değiştirmesidir.

1527 yılında dönemin Diyarbakır Valisi Hüsrev Paşa tarafından arkasındaki cami ve medrese ile birlikte inşa edilmiştir. Şehrin en büyük hanıdır. 1960’lara kadar yüzlerce yıl boyunca kervanları ve yolcuları ağırlamış olan han, günümüzde şık bir otel ve restoran olarak hizmet vermektedir. Kapısından içeri girip hanın restorasyon öncesi fotoğraflarını görüp, çok hoş havuzlu avlusunu gezebilirsiniz.

Diyarbakır kent gezisinin olmazsa olmazlarından birisi de şehrin hemen güneyinde sur dışında bulunan meşhur On Gözlü Köprü’yü görmek ve buradan Hevsel bahçelerini ve surları fotoğraflamaktır. Dicle Köprüsü, Silvan Köprüsü ve Mervani Köprüsü olarak dört ayrı isimle anılan bu ihtişamlı köprü çok güzel kareler sunar fotoğraf meraklısı gezginlere. Farklı kaynaklar 6.veya 8. yy Bizanslılarca yapıldığını ve birçok kez savaşlarda yıkılıp tekrar onarıldığını söyler. Yazının başında anlattığım tarihi savaşları hatırlayan dikkatli okuyucular, bu köprünün kaç kez saldırılarda el değiştirmiş olabileceğini kolayca görebilirler.

Köprünün günümüze ulaşan son yapım ve onarımı, Mervanoğlu Nizamüddevle Nasr’ın buyruğu üzerine, Ubeyd oğlu Yusuf isimli bir mimar tarafından 1065-67 tarihlerinde yapılmıştır. Bu nedenle Mervani Köprüsü de denmiştir. Köprünün güney yüzünde ilk 3 göz arasında kitabe ve aslan figürü gibi bazı kabartmalar vardır. Yine güneyden bakarken dikkatli bir göz kent tarafındaki kemerler ile dış taraftaki kemerlerin aralarının eşit olmadığını hemen fark eder. Bu geniş kemer aralarında gizli odacıklar vardır. Saldırı ve kuşatma sırasında bu odalara yerleştirilen barut fıçıları patlatılarak köprünün yarısı yıkılır ve düşmana doğal bir engel oluşturulmuş olur.

Buraya kadar gelmişken Dicle Köprüsü’ne bakan tepenin üzerinde yer alan Gazi Köşkü’ne de bir ziyaret yapmak gerekir. Asıl adı Semanoğlu Köşkü olan bu özel yapı 15. yüzyılda Akkoyunlular tarafından yaptırılmıştır. Atatürk’ün 1. Dünya Savaşı’nda 1917 yılında Ordu Komutanlığına atanınca, 13 Mart’ta Diyarbakır'a gelir. Bir süre kent içinde bir konakta misafir kaldıktan sonra Seman Köşkü’nü ikametgâh olarak kullanır ve 11 ay kalır burada Mustafa Kemal.

Köşk, 1935 yılında belediye tarafından satın alınarak Gazi Köşkü olarak adlandırılıp, Atatürk’e armağan edilmiştir. İki katlı olarak yapılmış, her iki katında birer eyvan ve eyvanların iki yanında yaşama alanları bulunan köşkte Atatürk’e ait eşyalar, belgeler ve fotoğraflar sergilenmektedir. Müze olarak kullanılan köşk, Dicle Nehri, Hevsel Bahçeleri, Kırklar Dağı ve On Gözlü Köprü manzarasıyla özel bir ziyareti hak eder.

Köprü ile şehir arasında Dicle’nin en verimli toprakları içinde 700 hektarlık Hevsel Bahçeleri bulunur. Şehrin nerdeyse tek yeşil alanıyla hem akciğeri, hem besin kaynağı, hem de simgelerinden birisidir. Bir zamanlar üzerinde “kelek” denilen hava ile şişirilmiş tulum ile yapılan sallarla, büyük bir sınır ötesi ticaret yapılan Dicle Nehri’nin debisinin azalmasıyla büyük bir delta oluşmuştur. Zamanla verimli bahçe ve bostanlara dönüşen bu araziye eskiden “Hovser” denilirmiş. Uzun yıllar, şehrin sebze meyve ihtiyacı buradan karşılanmış, hâlâ da bu ihtiyacın bir kısmı buradan karşılanmaya devam ediyor. Nehir kıyılarındaki dev verimli bahçelerde,güvercin gübresi ile beslenen ünlü Diyarbakır karpuzları yıllardır yetiştirilmektedir. Günümüzde bile 50 kilolara varan ağırlıkları ile dünyanın en leziz karpuz ve kavunları bu topraklarda yetişir. Çekirdeğinin bile ciddi ticareti yapılan Diyarbakır karpuzu, yörede çeşitli efsane ve gelenekleri de doğurmuştur. Oyulmuş karpuzun içine çocuklar konulup fotoğraf çeken anne-babalar gururla bu fotoğrafları çerçeveletip evlerinin duvarlarına asarlar.

Diyarbakır Mutfağı 

Söz sebzeden meyveden açılınca Diyarbakır’a özgü tatlardan - lezzetlerden bahsetmeden bu yazıyı tamamlamış sayılmayız. Diyarbakır kültürünün önemli bir parçası ve bence en keyifli yanlarından birisi gastronomik değerleridir. Yazının başından beri vurgulayıp duruyorum çok kültürlü ve çok dilli bu kentin güzelliklerini, tüm bu farklılığın mutfaktaki yansımalarını düşünürseniz özel bir külliyat ile karşı karşıya kaldığımızı kolayca kavrarsınız. Diyarbakır sofralarının kendine has yemekleri arasında meftuneleri, dolmaları, kebapları, hamur işlerini ve börekleri, çeşitli pilavları, çeşit çeşit mevsimlik çorbaları ve tabii ki özel tatlıları saymamız gerekir. Okuyucuya şaşırtıcı gelecek ama Diyarbakır çarşılarından birisinin adının balıkçılar çarşısı olduğunu ve Dicle Nehri nedeni ile çeşit çeşit balık yemeği yapıldığını da burada belirtmek gerekir. İşte kaynaklarda geçen, Diyarbakır’ın balık çeşitleri: Şebbot, Şırıng, Behran, Cer, Karagöz, Berat, Şah, Sazan, Aynalı Sazan, Yayın, Yılan Balığı, Faran, Bınni (Kaya Balığı), Herver (Bıyıklı Balık).

Meftuneler dedim ya, hayır yanlış söylemedim; Diyarbakır evlerinde, mevsimine göre, çeşit çeşit meftune pişer: Patlıcan Meftunesi, Kabak Meftunesi, Kenger Meftunesi… Özellikle dolma yapılırken kullanılan patlıcanların koçanlarından yapılan Ponçik Meftunesi ya da “Hırçikli Meftune” denilen yemeğin de ayrı bir nefaseti vardır.  Meftune yemeği sarımsaklı ve sumaklı yapılır, genellikle kuzu eti kullanılır ve sade yağ / içyağı ile tatlandırılır...

Bir nevi meftune olan çağlalı yaz türlüsü de literatüre geçen lezzetlerden birisidir.

Dolmalardan bahsedersek eğer: kuru patlıcanlı / sumak ekşili dolma bence bu mutfağın yıldız yemeğidir. Etli eşkili dolma da denilen (evet yerel ağızda eşki denir…) ve sumak suyu ile yapılan bu yemek bence Türk mutfağının baş tacı olabilecek lezzetlerden biridir. Bunun yanı sıra etsiz dolma, soğan dolması gibi yemekleri de unutmamak lazım. 

Adı dolma olsa da geleneksel dolma ile pek ilgisi olmayan bir başka özgün Diyarbakır yemeği; Kaburga Dolması’dır. Buyurun, bir baş tacı daha… Özel ziyafetlerin ana yemeği olan bu et yemeği kuzu veya erkek oğlak etinden yapılır. Ön kol veya yan boşluktan alınan kemikli kaburga eti, haşlanmış iç pilavla oldurulup dikilir. Buharda pişirildikten sonra fırına verilir, sonra da büyük bir tepside didiklenerek servis edilir. Et dolmalarından bir başkası; meşhur mumbar veya bumbar dolmasıdır. Aslında kibe, kibbe, mumbar ve işkembe dolması şeklinde farklı isimleri ve çeşitleri vardır. En lezzetli olanı ince koyun bağırsağından yapılan mumbar dolmasıdır.

Diyarbakırlıların sıklıkla kahvaltıda yedikleri ciğer kebabı ise, alışık olmayanlar için şaşırtıcı bir sofra geleneğidir. Şehrin ünlü sokak ciğercileri dağ kapı civarında bulunur. Sabahın beşinde ocaklar yakılır, yoğun duman ile ciğer ve kuyruk yağının kokusu etrafı sarar. Mesai saati geldiğinde ise çoğunlukla ciğerler tükenmiş, tezgâhlar temizlenmeye başlanmıştır bile…

Bölgeye özgü olmasa da, yerel halkın çok sık tükettiği muhtelif etleri ve kebapları, köfteleri sayarken “çi’küfte” den bahsetmeden olmaz. Urfalılar ile Diyarbakırlılar arasında ezeli ve rekabet ve tartışma konusu olan bu özgün yemeğin Diyarbakır versiyonu bazı özellikler gösterir. Şimdilerde şehirlerin sokaklarında türeyen, salçalı baharatlı -ETSİZ- şeye çiğ köfte denmesi tam anlamıyla hakarettir bu özel lezzete. Meraklısı bilir, burada çi’küfte, satır kıymadan ve özel ince bulgurdan yapılır. Urfa usulünün aksine sulu, macun kıvamında olmaz, cıvımasın diye yoğrulurken su değil buz kullanılır… Ve İtalyanların değişi ile makbul olanı hafif kıtır “al dente” yapılanıdır.

Bazıları Diyarbakır’a özgü olmasa da; Kelle Paça Çorbası, Lebeni (Ayran Çorbası-Yoğurt Çorbası), Pençegoşt, Kellegoşt gibi çorbalar, Belluh, İçli Köfte, Analı Kızlı Köfte, Babaganuş, Hıllorik, Pıçık, Sığma (Sıkma) gibi yemekler, Duvaklı Pilav, Bulgur Pilavı, Keşkek, Habenisk, Sörün, Hallez, Mastav, Löeel gibi yemekler, Bayram Çöreği, Kürt Böreği gibi hamur işleri zengin ve misafirperver Diyarbakır sofralarında sıklıkla yer alırlar.

Tatlılardan bahsedip tatlı bitirelim sözümüzü… Diyarbakır’a özgü tatlıların başına bendeniz Pestil ve Cevizli Sucuğu koyarım. En çok da yöreye özgü muhteşem Boğazkere üzümünün şırası ile yapılan Pestiller başı çeker… Yaz sonlarında toplanan olgunlaşmış bu özel üzümler sıkılıp şırası alınır ve başta pekmez ve pestil olmak üzere çeşit çeşit kışlık tatlı hazırlanır. Çocukluğumda damlara serilmiş çarşaflar üzerine kurtulmak üzere yayılan koca şıra tabakalarından - yakalanmadan- pestil aşırmak en heyecanlı oyunlarımızdan birisiydi…

Tatlı dünyasında ayrı bir yeri olan ve Diyarbakır’a özgü cevizli kaymaklı burma kadayıftan da bahsedelim. Aslında bu fakir harflerin kelimelerin dünyasında ne desek boş… Kadayıf tellerinin hazırlanmasını, tek tek elle dolma halinde sarılmasını ve tepsiye dizilip nar/kahverengi kızarmasını, ustanın tepside bir yüzü pişen kadayıfı nasıl ters yüz ettiğini, sonra şerbetinin verilmesindeki ince ayarı ancak görünce anlayabilirsiniz… Hadi gelin teknolojinin imkânlarından yararlanalım. Girin internete, sorun her şeyi bilen Google’a, göstersin size Sıtkı Usta’nın nasıl kadayıf yaptığını…

Bu arada kısaca değindik ama bölgenin en önemli değerlerinden birisi olan Boğazkere üzümüne de hakkını verelim. Bölgenin bol mineralli, taşlı volkanik vadilerinde akan Dicle Nehri’nin yarattığı ve bağcılık kültürü için eşsiz olan mikroklima ortamının doğal sonucudur bu özel üzüm. Dünyada çok az üzüm çeşidi bu kadar net ve karakteristik bir tada sahiptir, tadı da adı gibidir: kerter, yakar, kaşındırır boğazınızı…

Çakıllı, kalkerli topraklarda hayat bulan Boğazkere üzümü Dicle ve Fırat arasındaki alüvyonlu ovalarda yetişir. Küçük taneli, koyu renkli, kalın kabuklu, güçlü tanenli bir üzüm türüdür. İyi olgunlaşırsa, çok dengeli bir burukluğa sahip, vanilya, tarçın, kuru erik aromaları hissedilen bir şaraba can verir. Sıklıkla fazla yoğun olan tadını dengelemek için Öküzgözü üzümü ile kupaj yapılır.

Tatlı ve şarapla bitiriyorum bu yazıyı… Size, dilim döndüğünce, köklerimin de ait olduğu bu kadim kenti ve çok yönlü derin kültürünü anlatmaya çalıştım. Son söz olarak Diyarbakır’ın yetiştirdiği insanları da analım:

‘Otuz Beş Yaş’ şiiri ile buruk duyguların şairi Cahit Sıtkı Tarancı, eşsiz benzersiz ‘Mona Roza’sıyla Sezai Karakoç, hepimize ‘hasretinden prangalar eskiten’ Ahmed Arif, Divan Edebiyatı’nın büyük ismi Nesimi, şehirdeki tiyatro sahnesine adını veren usta tiyatro yazarı Orhan Asena, ünüyle her şehrin bir caddesine adı verilmiş Ziya Gökalp, doğduğu büyüdüğü toprakları ve çok kültürlülüğü en içten duygularla anlatan Mıgırdiç Margosyan, bu toprakların yetiştirdiği en büyük hattatlardan Hamid Aytaç, robotik biliminin yaratıcısı büyük mucit El-Cezeri, billur sesli sanatçı Celal Güzelses, Süleyman Nazif, Ali Emri, Ahmet Hani, Musa Anter ve daha niceleri…

Diyarbakır’ın yetiştirdiği, gurur duyduğu birçok sanat, bilim ve düşünce insanı… Sadece hürmetle anmış olmak için değil, bu mütevazı yazı sonrasında, daha derin okumalar yapmak isteyen okuyuculara bir ışık olsunlar diye andım isimlerini.

 


Makaleleri
Tarihin Taş İşlendiği Kadim Kent: DİYARBAKIR
Fransa'nın Midesi Burgonya
Venedik Karnavalı

Önerdiklerimiz

ÜRDÜN VE PETRA VADİSİ
YILDIZ SARAYI VE ÇEVRESİ
İSTANBUL’UN KONUŞAN TAŞLARI

İSTANBUL’UN KONUŞAN TAŞLARI

Sıra dışı bir şehir jeoloji aktivitesi
FENER - BALAT TURU
OECONOMICA: ENDÜLÜS TURU
SAHRANIN ÇAĞRISI: FAS
Kişiye Özel Geziler

Size Özel Turlar

Hayalinizdeki geziyi sayfamızda bulamadınız mı?

Hayallerinizdeki Geziyi, Hayallerinizin Ötesinde Yaşayın!

Nasıl bir program istediğinizi söyleyin, size hayallerinizdeki geziyi tasarlayalım, siz dünyayı nasıl görmek isterseniz öyle bir rotayla; herkes için değil sizin tercihleriniz, sizin hayalleriniz, sizin maceranız için

Gemi Gezileri
Makaleler
Fest Travel
Fest Travel Instagram
Fest Travel Youtube
Fest Travel Twitter
Fest Travel Facebook
Çalışma Saatleri
Pazartesi - Cuma : 08.30 - 18.00

Mesai saatleri dışında bize ulaşmak için [email protected] adresimize yazabilir ya da 0 850 622 33 78 no’lu telefonu arayabilirsiniz.
Barbaros Bulvarı, Barbaros Apt. No.74 K.7 D. 18-19 PK.34349 Balmumcu, Beşiktaş-İstanbul / Türkiye

Tel: 0 850 622 33 78
Faks: 0 212 216 10 30
E-Posta: [email protected]