Düşünüyorum da ne kadar çok yer gördüm mesleğim sayesinde! Ne kadar çok insan tanıdım, ne kadar çok lezzet tattım… Kimi yerde çok mutlu oldum, defalarca gittim, arkadaşlarım, dostlarım oldu oralarda. Bazı yerler burnumda tüttü, özledim, gideceğim zamanı iple çektim, gittiğimde de vatanıma dönmüş gibi heyecanlandım, duygulandım. O heyecanımı ve duygularımı beraberimdeki gezginlere de geçirebilmek için didindim durdum. O yerin ne kadar özel olduğunu anlatabilmek için çırpındım. O yeri herkes sevsin, herkesin gönlüne yerleşsin istedim.
İşte şimdi de burada, bu satırlarda da size o yerlerden birini, her gördüğümde beni benden alan Şvedagon’u anlatmak istiyorum. İstiyorum istemesine de Myanmar’ın kalbinin attığı bu muhteşem yeri anlatmak için, dağarcığımdaki kelimeler yeterli olacak mı bilemiyorum. İşte bu yüzden, sizin de bana yardımcı olmanızı istiyorum.
Bunun için önce içinde bulunduğunuz ortamdan koparmaya çalışın tüm duyularınızı ve elinizi bana uzatın:
Gri suratlı binalar, kulaklarınızı tırmalayan gürültüler, genzinizi yakan is ve duman gitsin artık! Şimdi tütsü kokularıyla yüklü bir esinti çarpsın yüzünüze. Çıkarın ayakkabılarınızı bir köşecikte, sıyırın çoraplarınızı da yorgun ayaklarınızdan. Serin mermeri hissedin alev alev yanan tabanlarınızda. Tıpkı çocukluğunuzda yaptığınız gibi yalınayak kalın. Kurtulun üzerinizdeki tüm yüklerden ve başlayın saat istikametinde yürümeye. Ama ağır ağır, hiç acele etmeden, her görüntüyü hafızanıza kaydederek.
Bakın biraz ileride solda bordo giysisine bürünmüş bir rahip duaya dalmış. Etrafındaki her şeyle ilişkisini kesmiş, sadece dudağında biteviye bir mırıltı. Yaklaşın ona, dokunun eteğinin kıvrımına, sandal ağacından yapılmış tespihinin püskülüne... Sadece dudakları oynayan bir heykele benziyor değil mi?
Az ötesinde, buruş buruş suratı ve kupkuru yanaklarıyla yaşlı bir kadın, yaşadığı zorlu yılların ağırlığıyla bükülmüş yorgun bedenini dimdik tutmaya çalışarak, cılız bacaklarını altına kıvırmış oturuyor. Bir an, sanki ilahi bir dokunuş ona güç vermişcesine kıpırdanıp dizlerinin üstünde doğruluyor, duasına devam ederken ellerini şifa ve gençlik istermiş gibi küçük Buda heykellerine sürüyor.
Hafif bir esinti, dört bir yanda yakılmış tütsülerin kokularını yüzünüze savuruyor. Çekiyorsunuz içinize bu tatlı, keskin, mayhoş ve dumanlı rayihayı. Başınız dönüyor hafifçe. Tanıyamıyorsunuz bu büyülü karışımı… Bu koku, her yerin bir kokusu vardır ya, artık Şvedagon’un kokusu oluyor sizin için.
Şvedagon’un bir de rengi olmalı diye düşünüyorsunuz. Aslında çevrenizdeki kırmızılar, sarılar ve altın tonları o iç gıcıklayıcı kokularla birlikte, göz pencerenizden ruhunuza akmakta nicedir. Bütün bu renklerin içinden sadece birini seçemeyince Şvedagon’un tek bir rengi olamaz diye düşünüyorsunuz.
Aralarından bazılari öne çıkmaya başlıyor. Mesela bilge rahiplerin giydikleri bordo kıyafet! Çok güzel, çok sade, çok gösterişten ve zenginlikten uzak... Dünya nimetleri geçicidir; gösteriş mutsuzluğu gizleme çabasıdır; gerçek zenginlik insanın içindedir; kalbini gör, dinle ve ruhunu serbest bırak... O renk size bunları fısıldıyor ve siz şimdi bunları kalbinizle duyuyor, anlıyorsunuz. Öyleyse Şvedagon’un renklerinden biri bordo olmalı diyorsunuz.
Ardından gözlerinizi kaldırıyorsunuz yukarılara. Pagoda’yı seyrediyorsunuz doya doya. Seyrederken gözlerinizi kısmak zorunda kalıyorsunuz zira, tüm gövdesi altın kaplı bu muhteşem dev, gözlerinizi kamaştırıyor. Öylesine güzel, öylesine büyük ve öylesine parlak ki... Sanki güneşi içine çekmiş de, onun ışığıyla parlıyor gibi...Öyleyse, Şvedagon’un bir rengi de altın olsun, her yanı ışığa boğsun diyorsunuz.
Bu kokular ve renklerle sarhoş olmuş bir halde gezintinize devam ederken, kulağınıza hafif bir melodi çalınıyor. Bir ilahi bu! Tapınağın hemen her yerine yerleştirilmiş hoparlörlerden yükselen bu güzel seslerin sahiplerini arıyor gözleriniz ama bulamıyorsunuz bir türlü. Sanki yalnızca seslerini yeryüzüne yollamış bir melekler korosu! Yürümeyi sürdürüyorsunuz ve bir grup rahibeyle karşılaşıyorsunuz. Kıyafetlerinin şeker pembesi tonu, diğer renklerle birlikte kazınıyor beyninize. O kadar güzel, o kadar naifler ki... Şeker pembesi rahibeler… Tevazu ve sadelik için güzelim saçlarını ve kaşlarını kazıtmışlar. Fakat onlar da değil o ilahiyi söyleyenler… Birkaç ufak adımdan sonra nihayet karşınıza çıkıyorlar. Zarif yerel giysilerine bürünmüş bir grup kadın, ellerinde ve saçlarında çiçeklerle, tapınağın bir köşesinde topluca yere oturmuş, etraflarına tütsüler yakmış, gözleri kapalı ilahiler okuyorlar. Sesleri gökyüzüne kanat çırpıyor, içinize doluyor. Kimbilir hangi şehirden gelmişler, kimbilir ne kadar zamandır yoldalar, kimbilir neler adıyorlar sevdikleri için? Ne kadar yorgunlar kimbilir? Ama menzile varmış olmanın mutluluğu, üzüm buğusu gibi tütüyor üzerlerinde...
Günbatımına az bir zaman var ama tapınak, ülkenin her yerinden gelen insanlarla dopdolu. Bunların arasında gözünüze bir aile çarpıyor. Genç bir çift, düşe kalka ilk adımlarını atan bebeklerini seyrediyor neşeyle. Bebecik çevresinde uçuşan güvercinleri kovalarken sevinç çığlıkları atıyor ve onun bu mutluluk dolu sesi, okunan ağırbaşlı ilahilere karışıyor. İlahiler ve kahkahalara pagodanın tepesinde rüzgarla dalgalanan binlerce minik çanın sesleri de eklenince, ortaya eşi bulunmaz bir senfoni çıkıyor. Ve işte bu senfoni, sizin için artık Şvedagon’un sesi oluyor.
Güneş, kıpkırmızı bir top halinde ufka yaklaşıyor. Yangon’un üzerini hafif bir sis bulutu kaplamış, tatlı, neredeyse kıvamlı bir akşam sisi. Bu ıtırlı buğuyu delip geçen irili ufaklı birçok altın başlı pagoda görüyorsunuz aşağılarda. Yine de içlerinde en güzeli Şvedagon diyorsunuz kendi kendinize. Biliyorsunuz ki her Burmalı’nın yüreğinde buranın ayrı bir yeri var çünkü Şvedagon sadece dua edilen veya tapınılan bir yer olmakla kalmayıp ülkenin, İngiliz sömürge yönetimine karşı verdiği savaşta, milli kahraman General Aung San’ın direnişi başlattığı yer. Ve kaderin cilvesine bakın ki yıllar sonra, o generalin sevgili kızı, Noel Barış Ödülü sahibi Aung San Suu Kyi, ülkeyi demir yumrukla yöneten cunta liderlerinin her türlü engellemelerine rağmen, halka yine buradan seslenerek, yüreklerine umut tohumları serpti. Ülkenin dört bir yanında, Tanrılar tarafından gökyüzünden serpiştirilmiş gibi duran binlerce tapınaktan biri değil Şvedagon, bir sembol herkes için. Bunu bilmek her şeyi daha da anlamlı kılıyor gözünüzde.
Güneş yavaşça batıyor ve esinti biraz daha kuvvetleniyor, ilahiler kesiliyor ama binlerce küçük çanın ve zilin sesi hala kulaklarınızda... Yorgunluğunuz baskın çıkıyor ve bir köşeciğe çöküp oturuyor, başınızı da, her tarafı baklava şeklinde minicik aynalarla kaplanmış bir sütuna dayıyorsunuz. Kokular, renkler, sesler şimdi kalbinize yerleşiyor, burayı ömrünüzce asla unutamayacağınızı hissediyorsunuz.
Gökyüzü ağır ağır lacivert giysisine bürünürken, pagodanın etrafındaki ışıklar yanıyor, kandiller, mumlar oynaşmaya başlıyor. Gecenin karanlığına tezat oluşturan altın kaplı gövde, daha da devleşiyor gözlerinizin önünde ve sanki güneş batmamış da, karanlığın içinden, başka bir biçimde yeniden doğmuş gibi hissediyorsunuz. Tam bu sırada gökyüzü, pagodanın çevresindeki kafeslerden salıverilen binlerce saka kuşuyla doluveriyor. Düzenli uçuş ritimleriyle, pagodanın altın başının çevresinde kara bir bulut gibi dönüp duruyorlar. Ötüşleri ve neşeli kanat çırpışları az önce yüreğinizi dolduran senfoniye bir bölüm daha ekliyor.
Ülkenin dört bir yanından gelmiş hacıları ve geceyi orada dualarla geçirecek rahipleri tapınakta bırakarak, Yangon’un yetersiz aydınlatılmış caddelerine dönüyorsunuz. Dudağınızda ilahiden bir nakarat, elinizde minik bir çiçek ama kalbinizden bir parça eksik! Dönüp arkanıza baktığınızda o eksik parçayı görüyorsunuz. Kanatlanıp sakaların arasına karışmış, pagodanın çevresinde uçuyor. Gülümsüyorsunuz…
Yapabileceğiniz bir şey yok! Çaresiz onu orada bırakıyorsunuz...