Fırtına, yağmur, sel... 14 Kişilik FEST Travel grubumuzla Mısır coğrafyasının pek alışık olmadığı oldukça soğuk, kötü bir havada çıktık İskenderiye’den. Akdeniz sahil şeridini takip ederek İkinci Dünya Savaşı’nın Afrika cephesindeki en kanlı savaşlarının yaşanmış olduğu El Alamein, ardından da Marsa Matruh üzerinden ver elini güneydeki Siwa Vahası… Gecenin ayazında geliyoruz otelimize. Çölün kıyısında, karanlıklar içinde yalnızca mumlar ve gemici fenerleriyle aydınlatılmış bir otel !! Elektrik yok, tabii ki kalorifer de yok.. Ama, dünyanın en muhteşem manzaralı köşelerinden birinde kurulmuş, dünyanın en ünlüleri arasında yer alan eko-butik otellerden birindeyiz. Çölün kumları, renkleri ve sessizliği ile bütünleşmiş Hotel Adrére Amellal’in sahibi, mimarı, işletmecisi Kahireli bir Mısırlı. Bir zamanlar hayal etmiş ve sonunda gerçekleştirmiş hayallerini.. Hem de fazlasıyla.
Siwa’daki yerleşim, yüzyıllar öncesinde Libya kökenli bir Berberi kabilesi olan Siwiler tarafından kurulmuş. Makedonyalı Büyük İskender’in Mısır’a geldiği zaman, M.Ö. 331 yılında firavunluğunu resmen ilan ettiği yer burası. Siwa’daki Amon Tapınağı geçmişin en ünlü kâhinlerinin yer aldığı tapınaklardan biri. Öyle ki, tarihin ilk paralarını bastıran bizim Lidyalı Krezüs de buralara kadar gelmiş, sırf Amon rahiplerinin kehanetlerini dinlemek için.. İskender’in, Nil kıyısındaki Teb kentinden Siwa’ya kadar gelmesi pek de o kadar da kolay olmamış. Vahadan vahaya at, deve üstünde çöl yollarında günler süren uzun, zorlu bir yol bu. Siwa’ya varmadan bir iki gün öncesinde, İskender ve askerleri ölümden dönmüşler.
Aynı seferde yer alan tarihçi Kallisten’in de kaleme almış olduğu gibi, susuzluktan kırılmaya başladıklarında, çölde patlak veren çok kuvvetli bir fırtınanın ardından bardaktan boşanırcasına yağmur yağmış.. Varlığına inandıkları Tanrılar Tanrısı Amon bağışlamış hayatlarını. Ancak, Büyük İskender’den 200 yıl kadar önce, Mısır’ı istila eden Pers orduları kumandanı Satrap Kambis, aynı ilgi ve hikmeti görememiş Amon’dan. Çünkü, o Siwa’yı ve tapınağını yıkmak için çıkmış yollara.. Tanrının lanetiyle patlak veren azılı kum fırtınasında da, 5000 kişilik Pers ordusuna mezar olmuş Siwa Çölü... Pers askerlerinin kemiklerini iki yıl kadar önce İtalyan arkeologlar çıkartmışlar ortaya. Mızrak, ok uçları, kalkanları, kemerleri, küpelerine kadar…
Solukladığımız, kum ve tarih kokan mis gibi bir havada uyanıyoruz Siwa’da.. Hem de “kalk borusuyla” uyandırılarak.. Muhteşem bir kahvaltının ardından düşüyoruz yollara. Önce, Cebel El Mefta, yani Ölüler Dağı’ndaki son dönem antik Mısır mezarlarını geziyoruz. Dağın yamacındaki kayaların içlerine açılmış onlarca mezar.. Kimilerinin duvar resimleri sanki daha dün yapılmış gibi duruyor. “Kalbin Tartılışı”, adakların sunumu, mezarların ve ölülerin koruyucu tanrısı çakal başlı Anübis.. duvarları süsleyen kompozisyonlar arasında.. Ölüler Dağı’ndan, Büyük İskenderin de ziyaret etmiş olduğu ünlü Amon tapınağının kalıntılarına geçiyoruz. Binlerce yıl öncesinin kutsal kuyusu, günümüz köy evlerinin arasında öylece duruyor. Tabii, artık içinde su yok..
Siwa’da bizleri en etkileyen köşelerden biri Şali tepesi oluyor. Üzerinde siyah kargaların uçuştuğu hayalet bir şehir. 1926 yılında, üç gün durmaksızın yağan yağmur sularının altında eriyip gitmiş bir yer.. Kerpiç evler çamur olup akmışlar adeta. Geriye hayalet bir şehir kalmış. Siwa vahasının da ilk yerleşim yeri oluyor burası.. Siwalılar kendi diyalektlerini konuşuyor ve Nil Vadisi’nde yaşayan Mısırlılardan farklı bir görüntü sergiliyorlar. Aralarında kumral, ela gözlü olanları var.. Kadınların çoğu üzerleri işlemeli vahaya özgü yerel elbiseler giyiyorlar…
Gezip gördüğümüz yerler arasında Siwa Müzesi’ndeki altın masklı mumyalar oldukça etkiliyor bizleri. Bu mumyalar “Altın Mumyalar Vadisi’nde” bulunanlardan yalnızca birkaç tanesi. Yoksa, vadide durmadan mezar ve mumya çıkıyor. Kazıların başında da, Mısır Eski Eserler Müdürü, artık dünya alemin belgesel televizyon kanallarından tanımakta olduğu “Şapkalı Adam” Zahi Hawass bulunuyor. Altın Mumyalar Vadisi’ni şans eseri ortaya çıkartan da bir eşek. Tapınak bekçilerinden birinin, eşeğinin ayağının küçük bir çukura girmesiyle başlamış bu müthiş arkeolojik macera..
Ertesi sabah kalk borusunun ardından yaptığımız güzel bir kahvaltı sonrasında, piknik paketlerimizi de yanımıza alıp erkenden düşüyoruz yollara.. Birkaç saat sonra, uçsuz bucaksız sapsarı çölün ortasında kaybolmuş gidiyoruz. Şoförlerimize, Pers ordusu askerlerinin kemiklerinden, İtalyan arkeologlardan söz ediyoruz. Bizim jeep’in şoförü Aşraf, ben biliyorum diye atılıyor. Hepimizde bir heyecan… Ve çok geçmeden, dağlar arasında bir vadiye giriyoruz.. Toyotalar kimi yerlerde zorlanıyorlar, arazi vitesi bile para etmiyor. Her defasında iniyor, kumlar temizleniyor, tekrar yol alıyoruz.. Ve muhteşem bir manzara içinde bembeyaz kalker kayalıklarla, sarı kumların kucaklaştığı dar bir vadinin ağzında buluyoruz kendimizi.
Burada inip biraz yürüdükten sonra, karşımızdaki kayalıkların üzerinde beliren kafatası ve kemikler bizlere “Dur yolcu ! Adımlarını biraz daha dikkatli at” gibilerden bir mesaj veriyor.. Ve çok geçmeden kumların üzerinde, arasında sağa sola dağılmış kemikler, kafatası parçaları karşılıyor bizleri. Acaba ! Pers ordusu askerleri mi derken, bu defa mumya parçalarıyla karşılaşıyoruz !!.. Sargıları üzerinde ayaklar, bacaklar.. Ve kafamızı kaldırdığımızda kalker taşlar üzerinde mezar oldukları anlaşılan birkaç oyuk görünüyor.. Ya buralardan geçmiş Bedeviler çıkıp dağıtmış bu mezarları; ya da tilkiler, çakallar.. Heyecan dolu dakikalardan sonra yine yollara koyuluyoruz.. Ancak, bu defa indiğimiz vadiden geriye çıkmamız biraz zorlaşıyor.. Yer yer, batıp kaldığımız kumlar üzerindeki pistleri değiştirip ilerlerken geliyoruz bir başka vadinin ağzına.
Buraları, uçsuz bucaksız çölün içinde gezilip görülmeyen, bilinmeyen, yerler.. Manzara muhteşem.. Derken, tepedeki kayalıkların üzerinde yine birkaç oyuk fark ediyoruz.. Biraz daha yakından görmek için başlıyoruz tırmanmaya.. Aman Tanrım ! Yerlerde sağa sola dağılmış mumyalar !. Kimilerinin sargıları parçalanmış, kimilerinin ki de olduğu gibi duruyor.. Aralarında dağılıp savrulmuş kaplar, üzerleri son dönem firavunlar Mısır’ının kullanmış olduğu demotik yazılarla bezenmiş ahşap parçalar.. Arkeologların henüz bilmedikleri bir yer burası. Aramızda aldığımız kararla, tek bir şeye dokunmadan bakıyor, inceliyor, fotoğraflar çekiyoruz. Bir kadın olduğunu tahmin ettiğimiz, sargıları açılmış bir mumyanın kısmen görülen kafasındaki uzun örgülü saçlarında deniz kabuğu süsleri olduğunu fark ediyoruz..
Heyecan dorukta, parmaklar deklanşörlerde.. Daha fazla vakit kaybetmeden ve daha da fazla yol kaybetme riski almadan 4x4’lerimize binip yolumuza devam ediyoruz. Akşam Bahariya Vahası’ndayız. Burada da, Beyaz ve Kara Çöller adı verilen iki muhteşem doğa güzelliği bekliyor bizleri.. Burada, dünyanın kayıp bir köşesindeyiz. İstanbul’un gürültüsünden, Boğaz’ın mavisinden, martı, klakson seslerinden çok uzaklarda.. Kumların üzerine oturmuş, güneşi batırıyor, sonsuz bir sessizliğin içinde kendi kalp atışlarımızı dinliyoruz.
Sanki, heykellere dönüşmüş beyaz kayalıkların arasında bir yerden St.Exupery’nin Küçük Prens’i çıkacakmış gibi geliyor bizlere; ya da uzun uzun konuştuğu o küçük çöl tilkisi.. Güneş ağır ağır batıyor sonsuz bucaksız Sahra’nın üzerinde. Tam 8 gün sürüyor çöllerdeki, vahalardaki yolculuğumuz.. Güneşler doğurup, güneşler batırıyoruz. Gecelerin karanlığında, ışıl ışıl parıldayan gök kubbenin içinde kayıp giden yıldızları seyrederken gerçekten Küçük Prens’in o küçük beyaz çöl tilkileri de geliyor çadırlarımızın yanı başına.. Hatta gurubumuzdan bir hanımın terliklerinden biri de kayıplara karışıp gidiyor..
Siwa, Bahariya, Farafra, Dakhla, Kharga vahalar, kumlar, kum fırtınaları, develer ve sonunda Luksor.. Nil kıyısına vardığımızda, gerçek bir vahaya geldiğimizi işte o zaman anlıyoruz…Yine, FEST Travel’in organizasyonunda Türkiye’den yapılan bir ilki sonlandırıyoruz.. Avrupa’da da çok az sayıda acentenin yaptığı bir seyahat bu.. Tabii ki, benim için de bir ayrıcalık taşıyor.. 1980 yılından beri yaptığım 155. Mısır seyahatim oluyor bu... Ama, itiraf edeyim, en çok heyecan yaşadıklarımdan biri olarak her daim anılarımda kazılı kalacak…
Turgay Tuna, Hürriyet Seyahat, 31 Ocak 2011