Nüfusu 17 milyon civarındaki bu ada ülkede,kökleri Borneo, Endonezya ve Komor Adaları’ndan, Hindistan, Pakistan, Çin ve Afrika’nın doğu kıyılarından gelip birbirleriyle karışarak ortaya çıkmış bir ulusu oluşturan kuzeyden güneye 18 değişik etnik grup yaşıyor... Nüfusun % 42’si Katolik ve Protestan Hıristiyanlardan,% 8‘i Müslümanlardan, geri kalan kesimi de atalardan gelen geleneksel inanışın ağırlıkta olduğu animistlerden oluşuyor... Büyük çoğunluğunu oluşturan geleneksel inancı benimsemiş kabilelerin en önemli ortak özelliklerinden biri ölüm ritüelleri... Bizlere çok değişik, yabancı ve korkunç gelen bu ritüelde ölüm olayı ile yaşamını yitiren kişinin ölü kimliği adeta taçlandırılmış... Bu ritüelin yakın benzerleri Borneo,Bali gibi adalarda ve Batı Afrika’nın ünlü kabilelerinden Bantular’da görülüyor. Ülkenin genellikle orta kesimlerinde yerleşik etnik gruplarda görülen bu ritüelde, ölen kişi,gömülmeden önce iki üç gün evinde bekletiliyor... Bunun nedeni ölü yakınlarının cenaze için bir araya gelip toplanmaları, yapılacak olan ayinlerin programlanması ve ölünün mezara kapa-tılmadan önce bir iki gün daha yakınlarıyla birlikte olabilme isteğinden kaynaklanı-yor... Tabii ki, yılın büyük bir bölümünün sıcak geçtiği bu ülkede cesedin kokuşması kaçınılmaz oluyor ama, Madagaskarlıların bu durumu doğal bir şey olarak algılanması ve buna alışık olmaları fazla bir sorun oluşturmuyor. Ayrıca,kokuşmayı en aza indirgemek için cesedi kesilmiş ananas dilimleri ve adaya özgü kimi aromatik bitkilerin yapraklarıyla örtüyorlar... Ölüm olayı ve onu takip eden,ölünün mezara bırakılmasına dek geçen iki üç gün acının, hüznün paylaşıldığı, yakınların ağlaştığı bir süreç... Madagaskarlılar, ölülerini “lamba” adı verilen kök boya ile renklendirilmiş ipek karışımı bir örtüye sarıyorlar. Zengin aileler ölülerini saf ipekten yapılmış,oldukça değerli “lambalarla” kefenliyorlar.Cenaze ahşaptan yapılmış bir tabutun içinde taşınıyor..Mezarlık olarak benimsenmiş, kayalık arazide taşların, kaya kovuklarının arasına yerleştirilerek üzeri irili ufaklı taşlarla örtülüp kapatılıyor... Yani, tabut içindeki ceset toprağa gömül-emiş oluyor..Yapılan bu işlem, yaşamını yitirmiş olan kişinin henüz tamamen ölmediği inancının en bariz bir göstergesi...
Taşlar altında bekletilen ölü iki,üç yıl sonra tekrardan çıkartılarak çok büyük ikinci bir merasim yapılıyor... ”Ölünün Dönüşü” olarak adlandırılan bu ritüel tören için; aile, aradan geçen iki üç yıllık zaman birimi içinde varından yokundan kısıp,para biriktiriyor. Ne zaman ki biriktirilen para yeterli miktarı buluyor,o zaman da, “astrolog” adı verilen bir büyücüye gidilerek mezarın açılacağı gün ve saat saptanıyor Çünkü, astrolog yıldızlara,takvime bakarak söylüyor ölünün mezardan çıkartılacağı vakti..
Onun söylediklerinin dışında cenazeyi mezardan çıkartmak gibi bir eylem söz konusu değil.Böyle bir davranış “fadi” adı verilen kötü ruhların kötülük ve lanet saçacağı anlamına geliyor... ”Ölünün Dönüşü” olarak nitelendirilen, cenazenin mezardan çıkartı-lıp ikinci bir defa gömülmesine dek bir bayram havası yaşanıyor ölü evinde. Adada en çok tüketilen ve Madagaskar’ın milli içkisi olarak tanımlanan,şeker kamışından yapılmış Rom su gibi içiliyor... Herkes, çakır keyif şarkılar söyleyerek, dans ederek, ölüyü evine taşıyorlar. Tabii ki tam olarak çürümemiş cesedin kötü kokusu ister istemez evin atmosferini de değiştirmiş oluyor...
Ancak, tam olarak ölmediğine inanılan cesedin köyüne, evine getirilmesi büyük bir bayram havası estiriyor... Ölen kişinin yakınları tabuttan çıkarttıkları cesedin kurumuş etlerini kemiklerinden ayırıp,bir güzel temizliyorlar... Deyim yerinde ise ölünün tuvaletini hazırlıyorlar. Bunun ardından, kemikler ağaç liflerinden yapılmış rafyalarla birbirine bağlanarak bir bütünlük oluşturuluyor... Bunlar yapılırken dualar ediliyor, şarkılar söyleniyor ve aynı zamanda yakınları ölüyle konuşuyorlar. ”Nasılsın? Bu iki yıl nasıl geçti? Bak, iki gün sonra atalarımızın yanında olacak, cennete gideceksin...” gibilerden..
Bütün bunlar yapıldıktan sonra,ölü,yeniden kefenlenip, evin bir köşesinde tıpkı bizdeki sünnet yatakları gibi süslenip püslenerek hazırlanmış bir yatağa yatırılıyor. Yine, astrolog adı verilen büyücünün söylediği bir vakte göre bir iki gün evde bekletildikten sonra da, asıl mezarına götürülüp, gömülüyor. Bu defa gerçekten toprağa gömüyorlar ölüyü. Bu ikinci defin işi, ilk gömülmede yaşanan hüzün ve acıyı taşımıyor... Tam tersine, içkiler içiliyor, eğleniliyor, dans ediliyor, ailenin biriktirmiş olduğu parayla Zebu adı verilen hörgüçlü sığırlar.(Madagaskar’da en fazla tüketilen hayvan eti) kurban edilip, pişirilerek gelen misafir ve ölü yakınlarına ikram ediliyor..
Madagaskar’ın, yüksek platolarla yoğun orta kesimindeki ünlü yerleşim bölgelerinden Ranohira köyündeyiz... Seyahatimizin 11.günü... Ranohira’daki bir ailenin evinde “Ölü Dönüşü” kutlamalarının yapıldığını öğreniyoruz yerel rehberimizden... Ve, grubumla beraber soluğu söz konusu evde alıyoruz... Önce rehber giriyor eve, bizim de içeriye girebilmemiz, hatta yatağındaki ölünün fotoğraflarını çekebilmemiz için iyi bir pazarlık yapılıyor aile bireyleriyle... Çünkü, para karşılığında yabancıların da bakıp görmesine, hatta fotoğraf çekmelerine izin veriyorlar. Nedeni de, bu parayla, davetliler için yaptıkları ikram masraflarının bir bölümünü karşılamış oluyorlar... İçeriye giriyoruz. Çatısı bambu ve ağaç yapraklarından yapılmış dikdörtgen tek göz odanın zeminine boydan boya serilmiş hasırın üzerine oturtuyorlar bizleri... Oturmamak hakaret olarak algılanıyor... Üstü, yılbaşı süsleriyle dekore edilmiş ya-takta kefene sarılı olarak yatan ölü bir kadın... İki yıl önce vefat etmiş... Aile yakınlarıyla birlikte duvarın dibinde oturan mavi gömlekli, 40 yaşlarındaki erkek de, ölen kadının kardeşi. Sabahtan beri içtikleri Rom’la adeta sızmışlar.
Oturuyoruz... Aile yakınlarından bir iki kadın ölüyle konuşuyor. Rehberimiz de bizlere tercüme ediyor konuşulanları: “Abla, bak yarın annemize,babamıza,dedemize kavuşacaksın, dedemiz ne de çok severdi seni değil mi ? Bak ablacığım, senin için turistler bile gelmişler buraya…”
Koyu bir inanış biçiminin psikozu içinde yapılan ilginç bir monolog bu... Yarı kirli cam bir bardakta iki parmak kalınlığında bir Rom getiriyorlar. Bardağın tozu, toprağı beni tiksindiriyor ama nafile... İçmemek, yere oturmamak gibi büyük bir hakaret sayılıyor... Ve 50 º derecelik alkolün mikrop kesici kudretine inanarak dikiyorum Rom’u yatakta yatan ölü kadının şerefine... Ardından da, verilen izin üzerine başlıyoruz deklanşörlere basmaya... Yani, odanın,odadakilerin, öncelikle de yatakta ya-tan kefenli cenazenin fotoğraflarını çekiyoruz... Tabii, işimiz fotoğraf çekmekle bitmiyor... Ölünun ruhunu mutlu etmek için gelip dans eden köylülerin arasına bizlerde karışıveriyoruz. Ve cenazenin yanı başında göbek atar gibi dans ediyoruz... Bu kadar yaşıma geldim, ancak bir cenazenin karşısında dans etmek aklıma gelmezdi… Bahçede, bir köşede duran masanın üzerine yerleştirilmiş, yarın, son yolculuğunda ölüyü taşıyacak tabutun karşısında şıkır şıkır dans ediyoruz... Ranohiro köylüleri için,çok uzaklardan,adını bile doğru dürüst bilmedikleri bir ülkeden gelmiş biz yabancılarla birlikte yaptıkları cenaze dansı onların yaşamları boyunca anılarında kalacak çok önemli bir olay... Tabii ki bizler için de öyle... Bir yanda, orkestra elemanlarının ellerindeki arkaik enstrümanlarla yaptıkları Okyanusya adalarına özgü müziğin kıvrak temposuna kendini kaptırmış dans eden bizler, öteki yanda da;yatağında yatan, kefen içindeki ölüyle konuşan kadınlar...
Başımızı döndüren Rom’un etkisiyle, İstanbul’dan uzaklarda bir yerde, dünyanın bir başka ucunda;bir sağa,bir sola savrulup duruyoruz...
Bunun adı : “Madagaskar’da ölüm”…