Türkiye’nin ününü genellikle olumsuz istatistik verileri ile pekiştirmesi gibi, ülkemizden binlerce kilometre uzaktaki Kamboçya da 1975 yılından bu yana, siyasi anlamda pek iç açıcı olmayan imajıyla, dünya gündeminde özel bir konuma sahip. Ancak, 1975-1979 arasında iki milyona yakın insanın ölümüne yol açtığı söylenen 20. yüzyılın en kanlı diktatörlerinden biri olan Pol Pot’un 1998 yılında ölümü ve Kızıl Khmerlerin bozguna uğrayarak, bazı liderlerinin artık yargı karşısında hesap verir duruma gelmesi, bu imajın yavaş yavaş olumluya dönüşeceğinin işaretlerini veriyor.
181.040 km2 yüzölçümlü, 15 milyon nüfuslu Kamboçya, 63 yıllık ortalama yaşam süresi, %74’lük okur-yazar oranı ve 2400 dolar civarındaki kişi başına düşen ulusal geliriyle, günümüzde Güney Doğu Asya’nın en yoksul ülkelerinden biri olarak, rakamlara yüz vermiyor. Fakat sözcüklerin dili ülkenin tarihsel-kültürel mirasını betimlemeye başlayınca, Kamboçyalıların aslında bu rakamları hiç de hak etmeyen bir ulus oldukları ortaya çıkıyor. Deyim yerindeyse diyebiliriz ki; Pol Pot yüzünden “anası ağlayan” Kamboçyalı, tarihinden gelen kültürel zenginliği sayesinde “kızının güleceğini” hissediyor.
Bu acılar ülkesine ayak bastığımız andan itibaren bizi şaşırtan o gülen, hep gülen insanların mayası da sözünü ettiğimiz tarihsel bellek olsa gerek. Bizi Siem Reap Havaalanı’nda karşılarken ellerini göğüs hizasında ileri uzatarak kavuşturup, başlarını hafifçe eğerek selamlayan bu minyon tipli, sevimli insanların küçük ülkesinde dünyanın en büyük tapınaklar topluluğunun bulunduğunu, Angkor adını taşıyan bu yapılar bütününün arkeolojik açıdan Efes, Pompei ya da Karnak kadar önemli olduğunu kaçımız biliriz acaba?
19. yüzyılın ikinci yarısına kadar, Avrupalı arkeologlar da bu gerçeği bilmeyenler arasında yer alıyorlardı. 1858 yılında Fransız doğa bilimci Henry Mouhot, Siem Reap kenti yakınındaki tropikal ormanın yuttuğu destansı Khmer İmparatorluğu’nun kayıp başkenti Angkor Thom ve onun sınırları içindeki muhteşem Angkor Vat tapınağını keşfeden ilk Avrupalı oldu. Çiçek ve böcek ararken buldukları karşısında şaşkına dönen Mouhot, “Doğu’nun Mikelanj’ı kim?” sorusunun yanıtını ararken, bugünün gezginlerini bile keşif keyfine davet eden cümlesini kurdu: “Angkor gezilmeden ölünmez.” Batılı bakış açısıyla bir keşif olan bu olayın yerli halk için fazla bir önemi yoktu. Çünkü 1431 yılında gerçekleşen Siyam işgali Angkor dönemine son vermiş, ama tapınak, içine yerleşen Budist rahiplerce korunarak yaşatılmıştı.
12. yüzyılda, II. Suryavarman tarafından Hint mitolojisinin koruyucu tanrısı Vişnu’yu yüceltmek amacıyla inşa edilen Angkor Vat, diğer tapınakların aksine, bölgede batıya bakan tek tapınak. Bunun, bir “Devaraca” yani “Tanrı-kral” olarak ölünce Vişnu ile özdeşleşeceğine inanan hükümdarın, tapınağı bir anıt-mezar biçiminde tasarlamış olmasından kaynaklandığı sanılıyor. Toplam uzunluğu 5 bin 600 metreyi bulan 190 m genişliğinde bir hendekle çevrili tapınak, 1.025 m x 800 m ölçülerindeki duvar sisteminin kapladığı 82 hektarlık alanın ortasında yer alıyor. Yapılan hesaplara göre, Angkor Vat’da kullanılan taşların doldurduğu alan, Mısır’daki büyük Keops Piramidi’nin hacmine eşit. Üst üste oturtulmuş üç terasla basamaklı bir piramit biçimini almış olan ana bina, dördü köşelerde biri merkezde olmak üzere, beş kuleden oluşuyor. Merkezdeki kulenin yüksekliği 55 metreyi buluyor.
Aslında bu mimari yapı, Hint kozmolojisindeki evren tasarımının, gözle görülür hale gelerek, somutlaşmasından başka bir şey değil. Buna göre, su hendeği okyanusları, tapınağı çevreleyen duvarlar sıradağları, tapınağın ana binası ortadaki kıtayı, beş kule yaratıcı tanrı Brahma’nın mekânını ve merkezdeki en yüksek kule de, ayrıca evrenin merkezinde tanrıların yaşadığına inanılan “Meru” Dağı’nı (Hint mitolojisinin Olimpos’unu) simgeliyor. Yükselerek sivrilen yapısıyla bir Dağ-Tapınak olan Angkor Vat, etkileyici kuleleriyle günümüzde de Kamboçya bayrağının ortasında yer alarak, Khmer halkına tarihsel sürekliliğini ve mitolojik kaynağını kanıtlama fırsatı veriyor.
Angkor Vat’ı çevreleyen galerilerde yer alan kabartmalar, sinemanın icadından yüzyıllar önce yapılmış olmalarına rağmen, günümüzün film teknolojisini andıran bir üslupla yaratılmış. Bazı figürler, önemlerine dikkat çekmek amacıyla, bir çeşit “zoom” tekniği kullanılarak, diğerlerinden daha büyük olarak resmedilmiş. Kabartmalar arasındaki bütünlüğü sağlamak için, bir temel figür her karede kullanılmış. Sarı ve kırmızı gibi renk kalıntılarını da barındıran bu rölyeflerin bazı yerlerinde pırıl pırıl parladığını fark ediyoruz. Bunun nedeni, Khmerlerin Angkor Vat’ı bir tür hac yeri olarak benimseyip, kutsal görüntülere dokunarak, tanrısal desteği hissetmek istemeleri.
Burası bir anıt mezar olduğu için, “zamanı geri almak” anlamında saatin akrep ve yelkovanın tersi yönünde ziyaret daha anlamlı oluyor. “Filmin baş aktörü” Vişnu, hemen hemen her bölümde “Avatar”larını yani başka bir bedende dünyaya gelişlerini anımsatarak, değişik kılıklarda ortaya çıkıyor. “Yönetmen” koltuğunda oturan tapınağın sahibi II. Suryavarman da halka kendini hatırlatma duygusuna direnemeyerek, bazı sahnelerde rol alıyor.
Galerilerde Hint mitolojisinin temel kaynaklarından sayılan Ramayana ve Mahabharata destanlarıyla ilgili son derece canlı sahneler, II. Suryarman ve ordusu, cennet-araf-cehennem görüntüleri, süt okyanusunun Vişnu yönetiminde devalar (tanrılar) ile asuralar (iblisler) tarafından çalkalanması, Vişnu’nun ve diğer tanrıların iblislerle savaşları gibi konular, kelimenin tam anlamıyla, dantel örercesine işlenmiş. Tapınağın bütününde süsleme elemanı olarak kullanılan figürler içinde en ilginç olanlar, kuşkusuz sayıları 1700’ü bulan mitolojik dansözler “apsara”lar. “Suda akan, giden” anlamına gelen adlarıyla su perileri sayılan apsaralar, şimşekli, yağmurlu fırtına tanrısı İndra’nın cennetinde ödül olarak verilmeleriyle, İslam inancındaki “hurileri” anımsatıyorlar.
Hint mitolojisine göre, süt okyanusunun çalkalanmasıyla yaratılan bu periler, Khmer sanatının ulaştığı dorukları, giysilerinin detayları, ciddi, utangaç, huzurlu, neşeli yüz ifadeleri ve basitliğin tuzağına düşmeyen şiirsel vücut kıvrımlarıyla, müthiş bir estetik bütünlük içinde sergiliyorlar. Ağır çekim ritmindeki son derece ince ayak, el ve özellikle parmak hareketlerine dayanan apsaraların masalsı dansları günümüz Kamboçya folklorunun de ana kaynağını oluşturuyor. Diyebiliriz ki, gündüzleri görev gereği tapınaklarda taşın hareketsiz güzelliğini sergileyen apsaralar, akşam olunca müziğin sihirli dokunuşuyla canlanıp ağır ağır dans ederek, dünyanın her yerinden gelen insanlara Angkor döneminin masalsı ortamını yaşatıyorlar.
Büyük başkent anlamına gelen Angkor Thom, 12. ve 13. yüzyıllarda, kuzeyde Laos’tan güneyde Malezya’ya, batıda Myanmar’dan doğuda Güney Çin Denizi’ne kadar olan bölgeyi denetimi altında tutan büyük Khmer İmparatorluğu’nun başkentiydi. Ahşap olarak inşa edilen saray ve evlerin günümüze ulaşamamasına karşın, kumtaşından yapılmış olan dini yapıların birçoğu hala ayakta. 12 kilometre uzunluğunda surlarla çevrilen ve 100 metre genişliğinde bir hendekle korunan kentin ilk yapıları 11.yüzyılda gerçekleştirilmiş. Ancak, Angkor Thom’un asıl kurucusunun, 12. yüzyılda, VII. Jayavarman (1181-1201) olduğu kabul ediliyor. “Çinli Evliya Çelebi” Çe Ta Kuan’ın 1296 tarihli gezi notlarına göre, nüfusu o dönemde 100 bini bulan başkent, üç yüzyıldan fazla bir süre bayındırlık hamlelerine sahne oldu. Özellikle, Hint mitolojisinde evrenin merkezindeki Meru Dağı’nı çevrelediği varsayılan okyanusları simgelemek amacıyla inşa edilen hendek, kanal ve sarnıç sistemleri, doğal suların denetlenmesinde ve sulamada kullanılarak, tarımın geliştirilmesine, dolayısıyla da toplumsal refahın artırılmasına katkıda bulundu.
Kente giriş çıkışların denetlendiği beş kapı içinde en önemlileri doğuda yer alan Zafer Kapısı ile kadavraların bir zamanlar dışarı bırakılmasında kullanılan Ölüler Kapısı imiş. Doğaya bırakılan cesedi akbabalar ve diğer vahşi hayvanlar yerse, ölen kişinin günahsız olduğu düşünülerek, kalıntıları gömülürmüş. Aksi durumda ise, hayvanların bile yemeye tenezzül etmediği ceset doğada çürümeye terk edilirmiş. Bu gelenek bize, ister istemez, Ankara’da Anadolu Medeniyetleri Müzesi’ndeki bir Çatalhöyük duvar resminde yer alan, başı olamayan insan cesedine yaklaşan akbaba görüntüsünü anımsatıyor. Birbirinden çok uzak iki ülke Anadolu ve Kamboçya, çok ayrı iki zaman diliminde, MÖ 7000’lerde ve MS 12. yüzyılda benzer bir geleneğe ev sahipliği yapıyor. Tarihçiler ve arkeologlar için ilginç bir araştırma konusu olabilecek bu benzerliğin nedeni belki de çok basit. Örneğin, farklı mekân ve farklı zamanda da olsa, insanların benzer olayları, mantıklarını benzer biçimde çalıştırarak, aynı yöntemlerle çözümlemesi gibi.
Kapılar arasında en önemli olmasa da, bugüne kadar korunabilmiş yapısıyla en ilginç olanı; Güney Kapısı. Bu kapının önündeki köprü, Hint inanç sisteminden büyük ölçüde etkilenen Khmer sanatının önemli temalarından biri olan “Kozmik Okyanusun Çalkalanması” sahnesine dekor işlevi görüyor. Köprünün iki yanındaki korkulukları oluşturan heykel grubu “Naga” adı verilen çok başlı dev bir kobra yılanını çeken toplam 54 adet iyi ve kötü ruhu (tanrı ve iblis de diyebiliriz) gözler önüne seriyor. Khmerler için Naga suların ruhunu ve aynı zamanda tanrılara ulaşmayı sağlayan gökkuşağını simgeliyor. Mitolojik inanışa göre, yılanın süt okyanusunu yayık gibi çalkalaması sonucunda ortaya “Amrita” adı verilen ölümsüzlük iksiri çıkıyor. Amrita sözcüğü Khmerlere, kent kapılarının üzerine dört yöne bakar biçimde yerleştirilen krallarının yüzündeki gülümsemede ifadesini bulan sağlık, refah ve mutluluğu çağrıştırıyor.
Angkor Thom’un en önemli yapısı, Angkor Vat’tan sonra en büyük tapınak olan Bayon. Metrelerce öteden başınızı çevirten, adama ıslık çaldırtan bir dilber olan Angkor Vat’a karşın Bayon, ilk bakışta dikkatinizi çekmeyen, diğer kadınlardan farklı değilmiş izlenimi veren, ama bakışlarını size çevirip konuşmaya başladığı andan itibaren kendisinden vazgeçmenize izin vermeyen sakin, gizemli ve adındaki anlam gibi “sihirli” bir heykeller, kabartmalar bahçesi. Araştırmacıların uzun süre yok edici tanrı Şiva veya yaratıcı tanrı Brahma, daha sonra da yalnızca Buda’ya adandığını sandığı bu yapı, sonuçta anlaşıldığı üzere, ülkenin Brahmanizmden Budizme geçtiği bir dönemde (12. yüzyıl sonu - 13. yüzyıl başı) inşa edildiği için, eski ve yeni inançların birleştiği bir sentez tapınak. Ayrıca, VII. Jayavarman “Devaraca” ( Tanrı - kral) olduğu için, Bayon’un 54 kulesinde (günümüzde ayakta kalanların sayısı 37) dört bir yana bakan yüzler yalnızca Buda’yı değil, aynı zamanda Buda ile özdeşleşen hükümdarı da simgeliyor.
Bilimsel kaynaklar, burada söz konusu olan Buda’nın “Bodhisatva Lokeşvara” olduğunda birleşiyorlar. Bodhisatva, Büyük Taşıyıcı ya da Büyük Tekerlek de denilen Mahayana Budizminde, yeniden doğuş deneyimlerini yaşayarak en yüce bilgiye ulaşma yolunda yeterli olgunluğa erişmiş olmasına karşın, bencil olmayıp, başkalarına da kurtuluş yolunu göstermek için, kendi isteğiyle “nirvana”ya varışını geciktiren bilge kişi olarak gösteriliyor. Asya ülkelerinin birçoğunda Bodhisatva, Avalokiteşvara olarak, koruyucu, bağışlayıcı kimliğiyle tanınıyor. Kamboçya’da da, “Dünyanın Efendisi” anlamına gelen Lokeşvara adı altında merhametli ve özverili bir kurtarıcı olarak saygı görüyor.
Bayon’un çevre duvarları destansı sahneler yerine, gerçekle, günlük yaşamla ilgili görüntülere yer vererek, Khmerlerin o dönemde nasıl yaşadıklarını somut bir biçimde anlamamızı sağlıyor. Vietnam’dan gelen Çamlarla yapılan savaş, horoz dövüşü, yaban domuzundan kaçarak ağaca tırmanan adam, el falına baktıran kadın, bir kadının doğum yapmasına yardım eden ebeler, şiş kebaplı, tuzluklu, biberlikli ziyafet gibi sahneler gerçeğin ayrıntıda gizli olduğunu kanıtlıyor.
Angkor Thom’da, Bayon dışında önemli yapı olarak Filler Terası ile Cüzzamlı Kral Terası görülebilir. Duvarlarında fil kabartmaları olan ilk terasın, 13. yüzyıl başından itibaren VIII. Jayavarman tarafından törenleri izlemek amacıyla bir tribün olarak kullanıldığı düşünülüyor. Fransız arkeologlar tarafından “Anastiloz” adı verilen bir yöntemle, tek tek sökülen taşların sonradan inşa edilen bir beton duvara yapıştırılmasıyla gerçekleştirilen bir restorasyona sahne olan diğer teras ise adını, üzerinde bulunan ve cüzamdan öldüğü söylenen Kral Jayavarman’a ait olduğu sanılan heykelden alıyor. Aslı Phnom Penh’deki Ulusal Müze’de bulunan bu heykel, uzmanlara göre, gerçekte ölüm tanrısı Yama’ya aitti. Çünkü bu teras o dönemde ölülerin yakılması için kullanılmıştı.
Tropikal ormanın içinde, aşağı yukarı 400 km2’lik bir alanda yayılan Angkor’da yer alan onlarca tapınağın hepsini kısa sürede görebilmek mümkün değil. Bir seçim yapmak gerekirse, Prasat Kravan, Neak Pean, Preah Khan, kralların arındığı kutsal havuz Sras Srang ve Ta Phrom öncelikle görülmesi gereken yerler. Gezinizi, Fransızların dediği gibi “pastanın üstüne bir vişne” koyarak bitirmek istiyorsanız, merkezden biraz uzak olsa da, kızıl taşlardan yapılmış Banteay Srei’yi görmeden ülkenize dönmemeniz gerekir.
Kumtaşı yerine tuğla kullanılarak yapılan tek tapınak olan, Vişnu ile eşi talih tanrıçası Lakşmi’nin kabartmalarını barındıran ve 921 yılında inşa edilen Prasat Kravan bölgedeki en eski yapılardan biri. Bu tapınakta, Vişnu’nun cüce Vamana biçiminde bedenlenerek, dünyayı Bali canavarından kurtarmak amacıyla attığı üç adım kabartması özel bir ilgiyi hak ediyor. Dünyanın tepesi olarak algılanan Himalayalar’daki Anavatapta Gölü’nün küçük bir kopyası olduğu söylenen Neak Pean Tapınağı’nın büyük havuzu, ortasında kutsal Naga yılanlarının sarmaladığı kutsal yapı ve suların aktarıldığı çevresindeki küçük havuzlarla ilginç bir mimari görünüme sahip.
Çevre havuzların Himalayalar’dan Hindistan’a dökülen Ganj gibi kutsal nehirleri simgelediği belirtiliyor. “Sarmaş dolaş yılanlar” anlamına gelen Neak Pean’da, sağrısına yapışmış insanların ruhlarını kurtaran Balaha adlı, at heykeli biçimindeki Lokeşvara’nın karşısında fotoğraf çektiren genç evlileri gördüğümüzde, bugün de insanların ruhlarını arındırmak için sembolik havuzlardan medet umduğuna tanıklık ettiğimizi fark ediyoruz. Giderek küçülen kapılardan geçilerek katedilen koridorların kesiştiği noktadaki kutsal odasında kutsal kalıntıların konduğu sembolik bir stupa bulunan, onun yakınında da Şiva’nın fallik simgesi “Linga”nın yer aldığı Preah Khan yüzde onu dansözlerden oluşan 10 bin nüfuslu bir kentin “Kutsak Kılıç” anlamına gelen tapınağı idi.
19. yüzyıldaki kâşiflerin yaşadığı keşif heyecanını yansıtmak ve doğanın yaratıcılığıyla insanın yaratıcılığının mükemmel birleşimini bozmamak amacıyla, Fransız arkeologların özellikle restore etmediği Ta Phrom, Angkor’un en romantik tapınağı. Dev tropikal ağaçların kocaman köklerinin çatıları, pencereleri, kapıları, kabartmaları bir ahtapot gibi sardığı Ta Phrom’da çevre duvarları çeşitli bitkilerin fışkırdığı büyük saksıları andırıyor. Kuşların gagalarıyla çatılara taşıdığı tohumların yol açtığı belirtilen bu oluşum, insanın 12. yüzyılda burada 12 bin kişinin yaşadığına inanmasını güçleştiriyor. Dönemin insanları bugün ortalıkta yok ama yazar-eleştirmen Elie Faure’un dediği gibi; burada “orman tarihi kalıntıların elinden kaçmasına izin vermek istemiyor”. Bu bağlamda diyebiliriz ki, Ta Phrom’da doğa, UNESCO’nun işlevini üstlenerek, insanın yarattığı sanatı koruması altına almış. “Yaşlı Brahma” yani yaşlı yaratıcı tanrı anlamına gelen adı, tapınağın güncel konumuna da denk düşüyor gibi…
Vietnam müdahalesiyle, 1979’dan itibaren Tayland sınırına sığınan Kızıl Khmerlerin yarattığı istikrarsızlık ortamında, kendini gösteren güvenlik sorunları nedeniyle turizmin kapsama alanı dışında kalan Banteay Srei’ye 2000’li yılların başından bu yana gidilebiliyor. Banteay Srei’nin adını dünya, Fransızların en önemli edebiyat ödülü Goncourt’u 1933’de kazanmış olan, bir ara General De Gaulle’ün kültür bakanlığını da yapmış olan André Malraux sayesinde, hiç de hoş olmayan bir olay nedeniyle öğrendi. Malraux, 1923 yılında eşi Clara Goldsmith ve bir arkadaşıyla Fransa’ya götürmeye çalıştığı bir apsara kabartmasıyla yakalanarak, Fransız Sömürge Yönetimi tarafından bir yıl hapse mahkûm edildi. Bu tatsız olay, arkeologların dikkatini Banteay Srei’ye çekerek, tapınağın 1931-36 yılları arasında Henri Marchal tarafından restore edilmesini sağladı.
Khmer sanatının incisi sayılan Banteay Srei “Kadınlar Kalesi” anlamına gelen adını birçok noktada duvarlarını süsleyen apsara figürlerinden alıyor. Duvarların kabartmasız kısımları, kızıl renginden dolayı bölge halkının “kızarmış pirinç taşı” dediği lateritle inşa edilmiş. Yüzeye yakın, 1-2 metrelik derinlikten çıkarılan bu taş, ilk çıkarılışında sabun gibi kaygan ve düz oluyor. Ama sonra, hava ile temas etmesiyle birlikte, üzerinde delikler oluşuyor. Böylece görüntüsü sert bir süngere benziyor. Bu delikli hali, lateritin üzerine kabartma işlenmesine olanak vermiyor. Bu nedenle, kabartmalar için, yine aynı renkte yani kızıl kumtaşı kullanılmış.
Özellikle, kütüphane olarak adlandırılan kutsal emanetler binalarının ön ve arka yüzlerindeki alınlıklarda yer alan kabartmalar, Hint mitolojisinin bazı ilginç öykülerini övgüye değer bir güzellikle sergiliyorlar. Kütüphanelerden birincisinin ön cephesinde “İndra’nın Yağmuru” olarak nitelendirilen sahne, arka cephesinde “Vişnu’nun bir bedenlenmesi olan Krişna’nın, kötü kral Kamsa’yı öldürmesi” sahnesi görülüyor. İkinci kütüphanenin ön alınlığında “Lanka Adası’nın kötü ruhları Rakşasaların önderi Ravana’nın, Şiva’nın karısı Parvati ile keyif içinde yaşadığı dokunulmazlığı olan Kailasa Dağı’nı sallaması, karşılığında da Şiva tarafından cezalandırılması” sahnesi konu ediliyor. Arka alınlıkta ise “Parvati’nin güzelliğini babasına fark ettirmek için istek tanrısı Kama’nın Şiva’yı kalbinden bir okla vurması, buna kızan yok edici tanrının da alnındaki üçüncü gözünü kullanarak oğlunu yakıp kül etmesi” öyküsü yer alıyor.
Banteay Srei’nin çıkışını Ramayana destanından alınma bir sahne belirliyor. Bu sahnede, Rama ile kardeşi Lakşmana, Rama’nın karısı Sita’yı kurtarmak için yardım istedikleri maymunlar kralı Sugriva’nın kardeşi Valin’i öldürerek, iktidarın tamamen bu kralın eline geçmesini sağlıyorlar. Bu kabartmalarda maymunların hareketleri ve yüz ifadeleri kelimenin tam anlamıyla müthiş.
Banteay Srei’den Siem Reap’e dönerken, yolda gördüğümüz köylerde, şeker palmiyesinden toplanan erkek ve dişi meyvelerin suyunun kaynatılmasıyla elde edilen kahverengi şekerleri tadarken, İstanbul Bebek’teki badem ezmelerini anımsar gibi oluyoruz. Bir keşif yolculuğunun “şekerli” bitmesi bizim için büyük keyif. Gezimizi bu şekilde tamamlayıp, bir kere daha memlekete, eve dönüş için havaalanına giderken, olağanüstü kültürel şölenin tadı beynimizde, akşam alacasının duygu sağanağı yüreğimizde, geçmişiyle bugünüyle Kamboçya ve onun büyük ölçekli benzeri dünya üzerine düşünmeden edemiyoruz. Korkunçlaştıkça zavallılaşan Kızıl Khmerlerin diktatörü Pol Pot diyoruz, dost bakışlı “Pembe Khmerler”in Angkor’u kadar direnebilir mi zamana? Yok etmenin nefreti silebilir mi diyoruz, yaratmanın sabırlı gülümsemesini? “Hayır!” diyor, bıyık altından gülen Angkor heykelleri…