“Esfehan; Nısf-ı Cihan”. Yani; “İsfahan, dünyanın yarısı.” XVII. yüzyılda kenti ve bilhassa “Meydan-ı Nakş-ı Cihan”ı görüp hayran kalan Fransız şair-gezgin Mathurin Régnier böyle söylemiş. O günden bu yana İsfahan’ın sloganı haline gelmiş bu cümle. Bu kenti size anlatabilmek için sözcükler ne denli yeterli olur bilmiyorum. Bu yüzden siz yine de İsfahan’ı bir gidip görün; çünkü görmediyseniz dünyanın bir yarısını görmemişsiniz demektir.
Tahran’ın 410 km güneyinde yer alan İsfahan kenti, günümüzde aynı adla anılan eyaletin başkentidir. Yaklaşık 2 milyon nüfuslu kent, ismini Sasaniler devrinde kenti yöneten ve İran’ın yedi soylu aşiretinden biri olan “İsapuranlar”dan alıyor. Daha da önceleri bu yörede, Ahamenişler çağında varolduğunu ünlü coğrafyacı Strabon’dan öğrendiğimiz, ama kimsenin görmediği “Gaba” isimli bir kent bulunmaktaydı. Bu kentten sonra ilk yerleşimin MS 228 yılında Sasani İmparatoru Ardeşir I’in fethi ile hayat bulduğunu söyleyebiliriz. İsfahan’da o devirden günümüze ulaşan iki ateş tapınağının izleri, Sasanilerin şehre büyük önem verdiklerini kanıtlıyor.
Şehrin henüz İsfahan adını almadığı devirlerde, günümüzde de kentin tam ortasından geçen Zayende Nehri’nin kıyısında Cay yerleşimi bulunuyordu. Ana kent olan bu yerleşim merkezinin yanı başında yer alan Yahudiye yerleşimi ise çok önemli bir ticaret kolonisi idi. Burada Kudüs’ten gelmiş olan Museviler yaşamaktaydılar. Daha sonraları, Musevilerin bir hayli azalmasına rağmen, Selçuklular devrinde dahi Yahudiye adı kullanılmaya devam etmiştir. İpek Yolu’nun bu ilk dönemlerinde oluşmaya başlayan meşhur İsfahan Çarşısı günümüzde varlığını hâlâ sürdürüyor.
Selçuklu öncesinde büyük bir kent olmaktan çok kervancılara konaklama ve alım satım olanakları sağlayan bu vahada oluşan İsfahan kenti, XI. yy da Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun başkenti olmasıyla birlikte tarih sahnesine öyle bir çıkmış ki, o günden bu yana önemli bir dünya kenti olma özelliğini hiç kaybetmemiş. Bu güçlü imparatorluğun sağladığı koruma ve destek sayesinde birçok ünlü bilim adamı, sanatkâr, düşünür ve ticaret erbabı İsfahan’da bir araya gelmişler. Kenti siyasal başkent olmanın ötesinde her konuda imrenilecek üstün bir düzeye taşımışlar.
Bu kişiler arasında bize en tanıdık olanı Ömer Hayyam’dır. İmparatorluğun ileri görüşlü baş veziri Nizam-ül-Mülk ile Ömer Hayyam, Alpaslan’ın cenaze töreninde tanışırlar. Bu buluşma başkent İsfahan’a davet edilen bu çok değerli bilim adamının yaşamında dönüm noktası olur. Günümüzde Ömer Hayyam ne yazık ki daha çok hicivleri ile tanınır. Oysaki en verimli çağını İsfahan’da yaşarken, asıl çalışmalarını matematik, tıp, astronomi ve felsefe dallarında yapmıştır. Örneğin İran’da hâlâ kullanılan Şemsi Hicri Takvim, Hayyam tarafından tasarlanıp, Selçuklu İmparatoru Melikşah’a sunulan Celali Takvim esas alınarak hazırlanmıştır. Hicreti başlangıç olarak kabul eden bu takvimde yıl uzunluğu batı ülkelerinde olduğu gibi dünyanın güneş etrafında yaptığı bir turu esas alır. Astronomi bilimine birçok katkıda bulunan Ömer Hayyam, çağının en önemli rasathanelerinden birini İsfahan’da kurmuştur.
Günümüzde eski şehri oluşturan semtler bilhassa Melikşah ve onun baş veziri Nizam-ül-Mülk tarafından imar edilmiştir. Bu devirden bize ulaşan en önemli yapı eşsiz mimarisi ile Ulu Cami’dir.
Selçuklu İmparatorluğu’nun bu güzel başkenti 1387 yılında Timurlenk tarafından kuşatılmıştır. Halk teslim olmayı reddedince kentte büyük bir katliam yaşanmıştır. Başkent özelliğini kaybeden İsfahan her alanda gerileme dönemine girmiş ve bu durum XVII. yy başlarına kadar devam etmiştir.
XVII. yy da Safevi İmparatoru Şah Abbas I tarafından yeniden başkent yapılan kent, günümüzdeki ününü bilhassa bu devirde yapılan anıtlara borçludur. Tüm dünyaya karşı bir gövde gösterisi yapar nitelikte, Eski Selçuklu şehir merkezi’nin yanı başında, Zayende Nehri’nin iki yakasında yeni şehir ve onu süsleyen anıtlar imar edilmiştir. Bu anıtlar arasında Meydan-ı Nakş-ı Cihan (yeni adıyla İmam Meydanı) UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’nde yer alıyor.
Safevi İmparatorluğu sonrasında, Kaçar Hanedanı döneminde Başkent İsfahan’dan Tahran’a taşınmıştır. Kent, yine de İran’ın önemli kentleri arasında yer almakla birlikte önemi azalmıştır. Bu dönemde İsfahan’dan geçen Piyer Loti bakın nasıl yazıyor:
“…O ilk karşılaşmada görkemlerinden hâlâ bir şey kaybetmedikleri sanılan yapılar dikkatle bakıldığında ne kadar harap görünüyorlar! …Kış rüzgârlarına açık olan taraflarında tüm minarelerin, tüm kubbelerin çini mozaiklerini sanki gri renkli bir cüzzam kemirmiş.”
Kaçar Hanedanı sona erince ülkede hâkimiyeti Pehlevi Hanedanı ele geçirir. Bilhassa Pehlevi Hanedanı’nın ikinci ve son şahı Muhammed Rıza Pehlevi tarafından şehre yeniden yatırım yapılır. Bu yatırımların büyük bölümü sanayileşmeye ayrılır. Örneğin, dünyanın en büyük demir-çelik fabrikalarından birisi İsfahan kenti yakınlarında yer alıyor. Bunun yanında İsfahan eğitim, kültür ve sanat etkinlikleri açısından günümüzde de İran’ın en önemli kentleri arasında yerini alıyor.
Birkaç yıl önce uçağım İsfahan Havaalanı’na doğru süzülürken, pencereden gördüğüm sonsuzluğa doğru uzanıp giden çöl manzarası ile yeşilin ve su uygarlığının kenti İsfahan’ın ne denli tezat oluşturduğunu düşünmeden yapamadım. Bu çöl kuzeyde Elbruz Dağları’nın güney yamaçlarında kurulu megapol Tahran’dan başlayıp, güneyde Zagros Sıradağlar grubunun bir demeti olan Rud Dağları’na kadar uzanan uçsuz bucaksız Deşt-i Kevir Çölü’dür. İşte bu çölün bittiği yerde, Orta İran Platosu’nun batıya doğru yükselerek Rud Dağları kıyısında 1500-1600 metre yükseklikte oluşturduğu düzlük üzerinde muhteşem İsfahan kenti kuruludur.
Çölün insana kaybolmuşluk duygusu veren ıssızlığını geçer geçmez varılan İsfahan kenti bir vahadır. Bu özellik birçok İran kentinde de vardır. Kente girdiğinizde içinde bulunduğunuz ortamın yeşilliği size çölü unutturur. Kimi zaman çok uzaklardan getirilen su ile yaratılan parklar, yüksek ağaçlarla sınırlanmış caddeler, caddelerin refüjlerini kaplayan çim alanlar insanı şaşırtır niteliktedir.
İsfahan denince anlatmaya Zayende’den başlamak gerekir. Çünkü yukarıda belirtilen vaha özelliklerini İsfahan’a kazandıran nehir Zayende’dir. Zayende, hayat veren anlamındadır ve o olmazsa İsfahan da olmaz.
Rud Dağları’nın bir parçası olan Bahtiyari Dağları’nın karlı doruklarından hayat bulan kılcal damarlar birleşip İsfahan’a doğru Zayende, Rud Nehri’ni yaratır. İsfahan’ı büyük bir vahaya dönüştüren Zayende, şehri terk ettikten 150 km sonra çölde kaybolur. Tarihin en eski dönemlerinden bu yana Zayende sadece İsfahan’a değil, geçtiği her yere hayat vermiştir. Günümüzde sulama amaçlı bir baraj dolayısı ile suyun tümü İsfahan’a ulaşamıyor. Ancak yine de şehir merkezindeki tüm bahçeleri her mevsimde şaşırtıcı derecede canlı tutmaya yetiyor. Zaten tarih boyunca İran insanının bahçe düzenlemesinde ne denli başarılı olduğu dünyaca malum…
Merkezinden geçen Zayende Nehri can damarı olmak üzere, Safevi Hükümdarı Şah Abbas I’in kurduğu yeni şehir göz alabildiğine uzanır. Bir söylenceye göre Şah Abbas’ın asıl isteği Selçuklu devri şehir merkezini istimlâk etmek ve buraya görkemli yeni bir şehir merkezi inşa ettirmekmiş. Ancak, birkaç esnaf yerini satmayı reddedince öfkelenen şah, bütün esnafı cezalandırmış. Zayende’ye çok yakın bir yerde eski şehir meydanından çok daha büyük bir meydan etrafında yeni şehri kurmuş. Nakş-ı Cihan Meydanı olarak adlandırılan bu muhteşem meydandan aşağıdaki satırlarda bahsedeceğim.
Şehir merkezine bilhassa büyük yeşil alanlar yapılması doğrudan şahın isteğidir. Bu denli büyük yeşil alanları yaratmak hiç kuşkusuz çok önemli harcamaları gerektirmiştir. Ancak Safevi İmparatorluğu’nun ihtişamını tüm dünyaya göstermenin başka yolu da yoktur. Bu öyle bir devlettir ki, dilerse çölü vahaya dönüştürür. Bu yolla çölü aşıp şahın huzuruna çıkan elçiler ucu bucağı görülmeyen bahçeler ortasında kabul edilip, bu ihtişam sayesinde çok etkilenmişler. Ülkelerine dönen bu elçiler Safevi başkentinin güzelliklerini anlatmakla bitirememişler.
Zayende nehrinin iki yakasında bulunan bu parkların büyük bölümü günümüzde İsfahanlıların mesire yerleridir. Sabahları buralarda kadın ve erkek insanların spor yaptığını görebilirsiniz. Hatta parkların kimi yerlerine konulan jimnastik aletlerinden kadın erkek herkes yararlanabilir. Veya bir akşam vakti parkların çeşitli yerlerinde insanların toplanıp sırayla ve birlikte şarkı söylemeleri olağan bir durumdur. Yine bu parklara yerleştirilmiş masalarda insanlar satranç oynarlar. Ancak bu parkları gördüğünüzde sizi hayli etkileyecek şey son derece özenli ve bakımlı olmalarıdır. İran genelinde tüm şehirlerin bu denli yeşillendirilmiş olması ülkeyi iyi tanımayan bizler için çok şaşırtıcı oluyor. Ayrıca İran insanının bu yeşil alanlara gösterdiği saygı her türlü takdirin ötesindedir.
İsfahan’la henüz tanıştığım günlerden bir gün, hafta sonu tatilinin başladığı bir Perşembe akşamı İsfahan parklarında dolaşırken, insanların ailecek sere serpe piknik yaptıklarını gördüğümde içim acımıştı. Aklıma ister istemez İstanbul’dan görüntüler gelmişti. Ancak dönüşte yine aynı yerden geçerken ailelerin bütün çöplerini özenle topladıklarını görmem İran insanının gönlümü bir kez daha fethetmesine neden olmuş, bu mutlulukla bir türkü tutturup otelime doğru neşeyle yürümüştüm.
Yine başka bir kez, araştırma amacıyla İsfahan’da bulunduğumda bana rehberlik yapan değerli bir dostumun saat 11.00 suları Zayende kıyısındaki ulu ağaçların gölgesinde aracımızı durdurup beni sabah çayına davet etmesi unutulası değil. Eşinin hazırladığı çıkını yere serdiğimiz tertemiz örtünün üzerinde açmış, evde demlenmiş mis gibi çay ve kurabiyelerle kısa ama çok hoş bir sabah keyfi yaşamıştık.
Bir gün yolunuz İran'dan, bilhassa İsfahan'dan (Şiraz'ın da hakkını yemeyelim) geçerse İranlı dostlarımızın ne denli uygar ve insancıl olduğunu büyük bir mutlulukla saptayacağınızdan en ufak bir kuşkum yok! Onları her ne kadar size ulaştırılan görüntüler aracılığı ile tanıdığınızı sanıyorsanız da, bu ülkeye adımınızı attıktan çok kısa bir süre sonra bu kanınızı gözden geçirmek zorunda kalacağınızdan eminim.
Güzelim parklar yanında, Zayende üzerinde kurulmuş köprüler kentin en önemli simgeleri arasında yerlerini alıyor. Geçmişte bu köprüler şehrin Müslüman ve gayrimüslim mahallelerini birbirine bağlamanın yanı sıra, yılın en kurak aylarında şehir merkezindeki su miktarının azalmasını önlemek amacıyla kullanılan birer baraj duvarı olarak da görev yapmışlar. Aynı zamanda, sade ancak görkemli görüntüleri İmparatorluğun gücünü herkese göstermenin bir yolu olmuş. Köprülerin bacakları arasına yerleştirilen kapaklar aracılığıyla gerektiğinde suyun akışı engellenmiş. Böylece bilhassa sıcak yaz aylarında Zayende’nin şehirden geçen kısmı göletlere dönüştürülmüş. Bu yolla şehri çevreleyen çöl ne denli sıcak olursa olsun, Zayende kıyıları insanların barındığı cennetten bir köşe olma özelliğini her zaman korumuş.
Zayende Nehri’nin suyu İsfahan ve yakın çevresinde sulama amacıyla da kullanılmış. Bu amaçla oluşturulan sulama kanalları sistemini ve su kullanım programını ünlü bilim adamı Şeyh Bahai tasarlamış. Bu programa göre su sorunu bulunmayan yılın altı aylık bölümünde su kullanımı serbestçe yapılıyorken, diğer altı ay boyunca ise kullanım hem kısıtlanmış hem de zamanlamaya tabi tutulmuş. Sistemin yönetim işini de üstlenen bilim adamı, bu iş için 275 kişilik bir ekip kurmuş! Planlama çok detaylı yapılmış. Zamanlamalara
Şemsi (güneş yılını esas alan), Celali Takvim esas olarak alınmış. Bu sistemin bazı parçaları günümüzde halen kullanılabiliyor.
İsfahan köprülerinin en önemlileri Sio-se-pol ve Kacu tüm ihtişamları ile ayakta duruyorlar.
Sio-se-pol “otuzüç kemer” demektir. 360 m uzunluğundaki bu köprünün yapımı 1602 yılında tamamlanmış. Bu köprü, Safevi hükümdarlarının en ünlüsü Şah Abbas’ın başkent olarak seçtiği İsfahan’ın geçmişteki ihtişamını simgeleyen en önemli anıtlardan biridir. Geçmişte olduğu gibi günümüzde de Zayende Nehri’nin iki yakasında bulunan şehrin en önemli iki parçası Colfa ve Caharbağ semtlerini birbirine bağlıyor. Taş ayaklar üzerine oturtulan köprünün üst yapısı hafif olması için tuğla örgü ile inşa edilmiş. Günümüzde köprü, araç trafiğine kapalı. Böylece birbirine bağladığı nehrin her iki yakasında bulunan parklarla birlikte İsfahanlıların gezinmeyi çok sevdikleri bir bölgeyi oluşturuyor. Araç trafiği ise çok yakınlarda inşa edilmiş modern bir köprü aracılığı ile sağlanıyor.
İsfahan’da yapabilecekleriniz arasında olmazsa olmaz şeylerden biri; gün batışına doğru Sio-se-pol Köprüsü’nü görmektir. Güneşin o en güzel ışığı köprünün sarı rengini daha da belirginleştirir. Köprünün girintili kısımlarında oluşan gölgeler bu renkle tezat yaratır. Köprüyü çevreleyen yemyeşil parkların oluşturduğu çerçeve içinde İsfahan’ı simgeleyen en güzel fotoğraflardan birini elde edersiniz. Bu güzel akşamüstü gezintisini köprünün Caharbağ tarafındaki girişi altındaki halk çayhanesinde noktalamanızı öneririm. Neredeyse su seviyesindeki zemine yerleştirilmiş masalardan birine oturun ve “şekeri yanında” çay ısmarlayın. Bu şeker bildiğiniz şekerlerden olmayıp, ince şeffaf plakalar halinde, akide şekerine benzer bir şekerdir. Çayınızı yudumlamaya başlamadan önce küçük bir parçasını ağzınıza atıp, çayı üstüne içmelisiniz. Bunun yanında ayrıca bizim meşhur İzmir Lokması’nın yassı olarak pişirilmiş şekli bu çayhanenin özellikleri arasında yer alıyor.
Köprünün diğer ayağında Colfa semti başlıyor. Colfa, aynı zamanda İran Azerbaycan’ında bir kentin adı. Özellikle geçmişte bu kent ticaret erbabı Hıristiyan Ermeni ailelerin yaşadığı bir kentmiş. İsfahan’ı dünyanın en önemli şehirlerinden birine dönüştürmeyi aklına koyan Şah Abbas I, XVII. yy başlarında Colfa’dan İsfahan’a göç etmeyi kabul edecek ailelere önemli avantajlar sağlamış. Az vergi ödemek, kiliselerini özgürce kurmak, uluslararası ticaret yapabilmek, arazi alıp satabilmek bunlardan bazıları. Karşılığını bulan bu çağrı sayesinde birçok Ermeni ve dolayısı ile Hıristiyan aile İsfahan’a göç etmişler. Bu yolla yaratılan Hıristiyan semti Colfa, İpek Yolu’nun tam ortasındaki İsfahan’ın Avrupalı Hıristiyan tüccarlar tarafından tercih edilen güvenli bir ticaret üssü haline dönüşmesini sağlamış. Bilhassa kuzey Avrupalı tacirler İsfahan’ın kendilerine tanıdığı olanakları kullanmak amacıyla Colfa semtinde yaşamaya başlamışlar. Şah Abbas’ın bu hareketi öylesine etkili olmuş ki, nüfusu sürekli artan Hıristiyan cemaatin dini işlerini düzenleyebilmek amacıyla İsfahan’a piskopos düzeyinde bir dini lider atamak gerekmiş.
Çok doğaldır ki, bu mahallede yaşamaya başlayan Avrupalılar, birlikte kendi kültürlerini de getirmişler. İsfahan’ın ne denli zengin olduğunu duyan birçok sanatkâr, bu zenginlikten paylarını almak üzere İsfahan’a gelmişler. Örneğin, Colfa’da bulunan İsfahan’ın en değerli tarihi yapılarından biri olan ve İran’ın en önemli Ermeni Kilisesi sayılan Vank Katedrali bu sanatkârlar tarafından süslenmiş. Katedralin yapımına Şah Abbas I zamanında başlanıp, daha sonra büyük ölçüde Şah Abbas II döneminde tamamlanmış. Katedralin iç mekân duvarlarını süsleyen dinsel resimler, batı sanatının geçmişte İsfahan’daki önemli varlığına tanık olmak amacıyla mutlaka görülmeli. Eski Ahit, İsa’nın yaşamı ve Aziz Greguar’ın yaşamından sahneleri konu alan bu resimler, doğu kilisesi ikonografisinin batılı üslupla gerçekleştirilmiş az sayıda örneklerinden birini oluşturuyor.
Colfa semtinin büyük bir bölümünde hâlâ Ermeni topluluğu yaşıyor. Bu semtin sokaklarında gezinirken kültür ve yaşam biçimi farklılığını hissediyorsunuz. Bunun yanı sıra semt sakinlerinin İsfahanlılar tarafından ayrımcı bir muameleye tabi tutulmadıklarını da gözlemliyorsunuz. Semtin sokaklarında gezerken yorulduysanız, size İsfahan’da lezzetli bir yorgunluk kahvesi içebileceğiniz yerler arasında Vank Katedrali civarındaki kahveleri önerebilirim.
Hazır Colfa’ya gitmişken, tepelik bölgeye doğru biraz daha ilerlerseniz, kendinizi dünyanın modern kentlerindeki yaşam ortamı ile çok büyük benzerlikler gösteren bir semtte bulacaksınız. Aracınızla ilerlerken her iki yanınızdan çok yüksek olmayan binalar akıp gidecek. Gerek kaldırımların ve gerekse yol ortasındaki refüjün mümkün olduğunca ağaçlandırılmış olması dikkatinizi çekecek. Bir de genelde tüm İran şehirlerinde hâkim olan temizlik sizi şaşırtacak. Ancak bu semtteki geçici rahatsızlıktan dolayı İsfahanlı dostlar sizden özür diliyorlar, çünkü İran’da nüfusu 1,5 milyona ulaşan her kentte Metro yapılmaya başlanıyor! Bu yüzden semtin bazı kesimlerinde yol yapım şantiyeleri biraz rahatsızlık veriyor.
Bu semtin yüksek bir yerinde, yolların kesiştiği bir alanın tam ortasında güvercin kulesi olarak adlandırılan yapılardan birini göreceksiniz. Burası binlerce güvercinin barındığı bir yapıdır. Yapı, geçmişte olduğu gibi günümüzde de güvercin gübresi toplama işlevini görüyor. Bunun yanında mimari özellikleri ile bu kule kerpiç yapım tekniğinin başyapıtlarından biridir. Yapının içine girdiğinizde yapının tam ortasında oluşturulmuş baca etrafında binlerce güvercin yuvası göreceksiniz. Kuşlar hem yumurtalarını hem de gübrelerini bu yuvalara bırakıyorlar. Bu oyukları oluşturan kerpiç tuğlalar öyle bir şekilde yerleştirilmiş ki, bu yolla kule de inşa edilmiş oluyor. Güvercin Kulesi’nin tepesinden baktığınızda, İsfahan’ın ne denli uçsuz bucaksız bir kent olduğunu anlayacaksınız. Buradan neredeyse kentin bir ucundan diğerine bakma olanağına sahipsiniz.
Colfa semti gezisinin bu son durağından sonra artık nehrin diğer yakasına geçme zamanı gelmiştir. Ancak bu gezintiden dönerken Kacu Köprüsü’nü de mutlaka görmelisiniz. Çok uzun zamandır var olan bu köprü Şah Abbas II döneminde, 1650 yıllarında son şeklini almış. Baraj görevini de üstlenen bu köprü sayesinde şehrin tam ortasında oluşturulan gölde geçmişte su oyunları yapılırmış. Zaten köprünün en önemli özelliklerinden biri tam orta yerinde inşa edilmiş olan seyir köşkü. Şah ve davetlileri etkinlikleri buradan seyrederlermiş. İnsan bir an kendini bir hayal dünyasında hissediyor: inanılmaz gibi ama gerçek! İmparatorlukların o en görkemli döneminde Paris, İstanbul ve Roma’da düzenlenen eğlencelerin aynısı burada da düzenleniyordu. Anlaşılan o ki, Osmanlı İmparatorluğu’nun yaşadığı Lale Devri yalnızca İstanbul’da hüküm sürmüyordu. Sıcak yaz günlerinin ılık akşamlarında insanlar Zayende’nin her iki kıyısında piyasa yapmaya çıkıyorlar, düzenlenen yarışmaları seyrediyorlar, gün batışına doğru sandal sefaları yapıyorlar ve güzel bir akşamüstü geçirmenin verdiği tatlı yorgunlukla evlerinin yolunu tutuyorlardı.
İsfahan’a konuk olan her gezgin yalnızca sıradan bir doğu kentini değil, bir dünya kentini gezdiğini bilmeli!
Hazır bu masal dünyasına dalmışken, bir sonraki gezi yeri olarak size Selçuklular döneminden kalan Ulu Cami ve çevresini öneririm. Bunu yapmak için şehri bir uçtan diğerine geçeceksiniz. Bu yol üzerinde katedeceğiniz her metrede İsfahan şehrinin çok canlı günlük yaşamına adım adım daldığınızı fark edecek ve yaşam şeklinin ise daha doğulu ve daha geleneksel hale dönüştüğünü hissedeceksiniz. En sonunda, Ulu Cami’nin girişine yakın bir yerde aracınızdan indiğinizde kendinizi sizi kesinlikle sıkmayan ve rahatsız etmeyen bir karmaşa ve canlılık içinde bulacaksınız: tuhafiyeciler, züccaciyeciler, halıcılar, kumaşçılar, manavlar, aktarlar, hepsi bir yerde… Çok aşina olduğumuz bir çarşı ortamı. Bulunduğunuz yerden caminin görkeminin farkına varmak mümkün olmayacak. Oysa kendini çevreleyen çarşı ortamı ile son derece aykırı düşen ferah ve dingin mekân tasarımıyla Ulu Cami, yalnızca birkaç metre ötede sizi beklemektedir.
İsfahan Ulu Cami, toplam 20.000 m2’yi kaplayan alanı ile İran’ın en büyük camisi. Daha evvel burada var olan bir başka Ulu Cami yerine yapılan bu eşsiz eserin banisi, Selçuklu Sultanı Melikşah’ın ünlü baş veziri Nizam-ül-Mülk. Caminin planı klasik Selçuklu Ulu Cami planı. Bize göre caminin bir eki olması gereken avlu burada asıl mekânı oluşturuyor ve cami planının tam merkezinde yer alıyor. Namaz vakti geldiğinde, cemaatin durumuna göre cami görevlileri halı veya hasırları yere seriyorlar ve ibadet yapılıyor. Avlunun tam ortasına büyük ancak derin olmayan bir havuz yerleştirilmiş. Bu havuzun merkezinde ise Kâbe’yi simgeleyen küçük bir yapı yer alıyor.
Bilhassa Safevi döneminde süslemeleri en üst düzeye erişen dört adet devasa taç kapı bu orta avlunun dört kenarına yerleştirilmiş. İran’da bu taç kapılara eyvan adı da veriliyor. Gerçekten bu kapılar eyvan-taç kapı karışımı mimari özelliklere sahip. Yükseklikleri otuz metre civarında olan bu kapıların Türkiye’de benzeri bulunmadığından görkemlerini betimlemek çok güç. Her birinin süslemesi değişik özellikler gösteriyor.
Cami dâhilinde üstü örtülü bölümler de yer alıyor. Bu bölümler kışlık anlamına gelen “şabestan” olarak adlandırılıyor. Bu mekânların en büyük olanı baş vezir Nizam-ül Mülk’e atfedilmiş. Burada bulunan ilk dönem Selçuklu mimarisi ürünü olan kubbe, O’nun adını taşıyor. Bu ana kubbe çevresinde onlarca küçük kubbe yer alıyor. Bu kubbeler dikkatli bakıldığında çeşitli tipte tonoz parçalarının kesiştirilmesiyle oluşuyor. Kubbelerin yapımında tuğla kullanılmış olup, neredeyse her bir kubbenin kendine has tuğla örme düzeni var.
Böylesine önemli bir yapıda, Selçuklu İmparatorluğu tebaasının önemli bir bölümünü oluşturan Şafi mezhebini göz ardı etmeyen Melikşah, bu kubbenin zıt yönünde ve orta avlunun diğer ucunda Nizam-ül-Mülk’ün şafi rakibi Tac-el-Mülk’e kaburgalı kubbeyi yaptırma iznini vermiş. Gerek kubbenin üzerine bindirildiği duvarlarda ve gerekse kubbenin yapımında kullanılan tuğlaların yerleştirilme şekli Nizam-ül-Mülk bölümüne kıyasla çok daha karmaşık ve estetik bütünlük içinde. İnsan burayı görmeden böyle bir mimari bilmeceyle karşılaşacağını tahmin edemiyor. Bu özellik yapıyı bir başyapıt haline getiriyor.
İsfahan Ulu Cami’sini terk etmeden önce mutlaka Olcayto Han Mihrabı’nı da görmek gerekir. Orta avlunun batısına bitişik bir mekân içinde bulunan bu mihrap, stüko yontma işçiliğinin bir başyapıtıdır. Kurutularak sertleştirilen bir cins çamurun daha sonra ince yontu ile şekillendirilmesi ile ortaya çıkan bu işçilik, ahşap oyma sanatı ile rahatlıkla boy ölçüşebilir düzeyde. Geçmişte bu mihrabın koruması amacıyla yerine bir kopyası konulup, aslının (tabii ki Avrupa’da) bir müzeye taşınması teklif edilmiş! Aklıselim İsfahanlılar bu çabayı boşa çıkarmışlar.
Bu güzelliklerin ardından camiyi terk edince, kendinizi biraz önce içinden geçip camiye ulaştığınız karmaşa ve canlılık içinde bulacaksınız. Ancak endişelenmeyin! Bazı doğu ülkelerinde sizi her tarafınızdan çekiştiren seyyar satıcılar, dilenciler, bol sakallı, cübbeli, miskin miskin nargile içen insanlarla çevrili değilsiniz. Her köşe başında polis de yok. Bu betimlemeler batılı film yapımcılarına ait… Yürüyün; Ali Minare’ye doğru yürüyün. Yüksekliği 48 m olan bu kule, bir minare mi yoksa “bir çöl feneri” mi bilemiyorum. Nasıl ki deniz fenerleri gemilere yol gösterir, bu kulenin de çok uzaklardan görülebileceği ve gece karanlığında tepesine yerleştirilen bir ışık sayesinde kervanlara yol gösterebileceği kesin. Yüksekliği 48 metreyi bulan bu minare İran’ın en yükseklerinden biri. Her ne kadar yapı yanındaki cami kalıntısı ile ilişkilendirilmekteyse de araştırmalar bu fikri doğrulamıyor.
Ali Minare’ye ulaşmak için gireceğiniz sokaktaki cana yakın insanlar kendilerinin ve icra ettikleri mesleklerinin fotoğraflarını çekmenize sevecen gülümsemeleri ile olanak tanıyacaklardır. Birkaç yüz metre içinde yan yana demirciler, halı dokuma yünü satıcıları, manavlar, baharatçılar, ahşap yontucuları, kasaplar görmeniz mümkün. Büyük olasılıkla Türk olmanızdan dolayı sizinle iki kelime sohbet bile edeceklerdir. Çünkü unutmayalım ki; İran nüfusunun dörtte biri Azeri kökenli ve sorduğunuzda göz bebekleri parlayarak, sevinçle “men Türküm” diyorlar!
Misafire saygı, yardımseverlik, cana yakınlık İsfahanlıların içinde olan duygulardır!
Ulu Cami ve çevresini gezdikten sonra akşam gelmiş olacak. İsfahan’da geçirdiğiniz bu ilk günden sonra yorgun ve mutlu otelinize dönüyor olacaksınız. Hele bir de Abbasi Otel’de konaklıyorsanız keyfinize diyecek yok. Abbasi Otel, XVII yy sonlarında Safevi Hükümdarı Hüseyin tarafından yaptırılan bir kervansaray restore edilerek inşa edilmiş. Bilhassa görkemli orta avlusu mutlaka görülmeli. Burada konaklamasanız bile bir akşam vakti bu muhteşem bahçede bir çay içmelisiniz!
Biz ertesi sabah tekrar Ulu Cami civarına dönüp, gezinize kaldığınız yerden devam ettiğinizi varsayalım.
Buradan hareketle birçok irili ufaklı sokaktan geçerek Nakş-ı Cihan Meydanı’na kadar yürümeniz mümkün. Bu sokakların neredeyse tümünün üstü örtülü. Yürüyüşün süresi tamamen size kalmış. Ulu Cami’nin önünden hareketle kaybolmak için elinizden geleni özellikle yapın. Sadece bu yolla İran’ın bu en büyük çarşılarından birini bir uçtan diğerine görebilir, tanıyabilirsiniz. Yine de ana yönü kaybetmemek amacıyla çarşı esnafına ara sıra “Nakş-ı Cihan Meydanı” yönünü sormalısınız. Belki birkaç kişi Nakş-ı Cihan dediğinizde düzeltip yerine “Meydan-ı İmam” diyecektir. İran İslam Devrimi sonrası İran’da birçok yerin adı değişmiş ve birçoğunun adı ise “…İmam” haline dönüşmüştür.
İçinde bulunduğunuz bu çarşı tam anlamıyla bir labirent. Sokakların toplam uzunluğu 6 km’yi buluyor. Çarşı içindeki ana yollardan sapacağınız birçok küçük yol sizi kimi zaman hiç ummadığınız çekicilikteki mekânlara, kimi zaman ise artık kaybolmakta olan mesleklerin icra edildiği farklı bölümlere ulaştıracaktır. Çarşı içinde yürüdükçe mesleklerin ne kadar çeşitli ve çarşının ne kadar etkin kullanım alanı olduğunu anlayacaksınız. Bu gezintiyi yaparken, eğer daha önce görmediyseniz bir yandan da Nakş-ı Cihan Meydanı’nın nasıl bir yer olduğu hakkında merakınız artacak… Ve labirentin sonuna ulaştığınızda kendinizi öyle bir yerde bulacaksınız ki; “gördüm ama böylesini asla” diyeceğinizi şimdiden tahmin edebiliyorum.
Nakş-ı Cihan; “Dünya’nın resmi” demek. Burası başka bir meydanla karşılaştırılamaz çünkü dünyada bir benzeri yok. Tianenmen Meydanı’ndan sonra dünyanın ikinci büyük meydanı. Uzunluğu 510 m, genişliği ise 160 m. Ancak bu meydanı benzersiz yapan özelliği yalnızca kendini çevreleyen binalar arasında bırakılmış bir boşluk olmaması. Şah Abbas I, bu meydan oluşturulurken burasının tıpkı eski Yunan ve Roma’da görülen cinsten bir agora gibi olmasını istemiş.
Çevresi dükkânlarla sınırlanan birçok antik agora benzeri Meydan-ı Nakş-ı Cihan da kendisini sınırlayan ve bu meydana ait iki katlı yapı ile çevrilmiş. Dünyada bu boyutlara sahip olduğunu bildiğimiz başka bir agora yok. İşte bu özelliği ile Nakş-ı Cihan dünyada tek! Mimarı ise devrin ünlü mimarı ve şehir plancısı İsfahanlı Ali Ekber. Meydanı çevreleyen bu iki katlı yapının zemin katında üstü kapalı yaya yolu sırasınca yüzlerce dükkân bulunuyor. Bu muhteşem plan, İsfahan gibi çok sıcak olabilen bir kentte geçmişte olduğu gibi, günümüzde de rahat alışveriş yapma imkânı sağlıyor. Üst kat ise restore edilip halkın kullanımına sunulduğunda müze olarak düzenlenecek. Toplam uzunluğu 1350 m civarında olan bir müze ne kadar zamanda gezilir varın bunu siz tahmin edin!
Meydanın orta yerinde ve küçük bir bölümünü kaplayan havuzu hesaba katmazsak orta alan tamamen park olarak düzenlenmiş. Geçmişte, bu havuzun olmadığı bir devirde bu alanda polo oynanırmış. İran’da çok eski zamanlardan beri bilinen bu spor daha sonra İngilizler tarafından İran dışına taşınmış. Kale direkleri meydanın her iki ucunda taştan yontulmuş ikişer sütün halinde hâlâ yerlerini koruyorlar.
Kapalıçarşı’dan meydana ulaştığınız noktada hem biraz dinlenmek ve hem de meydanı daha iyi algılayabilmek için taç kapının hemen sağındaki küçük kapıdan geçilerek ulaşılan dar ve dik merdivenden çıkmanızı tavsiye ederim. Birinci katta kendinizi hoş bir çayhanede bulacaksınız. Nakş-ı Cihan Meydanı’nı ve onu çevreleyen tüm anıtları bir arada görebileceğiniz en iyi yer burasıdır. Ayrıca bunca yorgunluğun üzerine güzel bir çay da iyi gider hani! Dilerseniz yanında bir de nargile ısmarlayabilirsiniz. Çayhaneye ulaşınca ister istemez terasa yöneleceksiniz. İşte tüm meydana ve onu çevreleyen yapıya hâkimsiniz. Burada özellikle gün batışı öncesi ışığını beklemenizi öneririm. O zaman arka planda İsfahan’ın sırtını dayadığı heybetli kayalık tepeler altın rengine bürünecek ve bu fon üzerinde çok güzel bir Nakş-ı Cihan Meydanı görüntüsü elde edeceksiniz. Ve bakışlarınızı sağdan başlayarak bu muhteşem görüntü üzerinde kaydırın. İlk duraksayacağınız anıt yapının adı; Ali Kapı.
Ali Kapı ismi sizi yanıltmasın çünkü burası yalnızca bir kapı değil, görkemli bir yapı. Şah Abbas I, gününün büyük bölümünü bu binada geçirirmiş. Yapı meydanın uzun kenarlarından birinin ortasına yakın yer alıyor. Binanın yarı yüksekliğinde ve meydana en hâkim konumda bir seyir terası bulunuyor. Ali Kapıyı gezmeye gittiğinizde göreceksiniz ki; bu seyir terasının tam ortasında perçinli bakır kaplama bir havuz bile düşünülmüş. Belli ki Şah, polo maçlarını buradan izlemekte, konuklarını burada kabul etmekte idi. Aynı zamanda bu mekân ile Topkapı Sarayı Arz Odası arasında işlevsel benzerlik bulunuyor. Şah Abbas’ın ziyaretine gelen elçileri burada kabul ettiğini biliyoruz. Bu terastan geçilen merdivenler aracılığıyla üst katta bulunan müzik odasına ulaşılıyor ki, özenle süslenmiş bir mücevher niteliğinde. Duvar ve tavan süslemeleri şah tarafından “Abbasi” takma adını kullanmaya layık görülmüş ünlü saray baş dekoratörü Tebriz’li Rıza’ya ait. Eğer başkent Tahran’ı gezerseniz Rıza Abbasi adını taşıyan sanat eserleri müzesini mutlaka görmelisiniz. O zaman bu değerli insanın sanatçı kişiliğini çok iyi anlayacaksınız.
Bulunduğunuz çayhanenin terasından tam karşıya baktığınızda ise, meydanın diğer ucunda mavi rengin hâkim olduğu azametli bir taçkapı göreceksiniz. İran genelinde taçkapılar öylesine yüksek ki “azametli” kelimesini kullandığımızda ülkemizdeki Selçuklu devri taçkapılarına nazaran daha devasa yapılar anlaşılmalı. Düşünün ki bu taç kapının yüksekliği 30 metreyi aşıyor ve her santimetre karesi çini kaplı. Bulunduğumuz yerdeki kapalı çarşının taç kapısı, simetriğinde yer alan bu yapı ile dengeleniyor. Bu kapı aynı zamanda Şah Abbas I Camisi’ne geçiş sağlanıyor.
Şah Abbas I, bu caminin mutlaka sağlığında bitirilmesini istemiş. Bu camiyi ölümünden sonra ismini sonsuzluğa taşıyacak yegâne anıt olarak görmekteymiş. Şimdiye kadar bu camiyi gezip mimari özellikleri ve zengin süslemelerinden büyülenmemiş hiçbir gezgin görmedim. Burası öyle bir cami ki, çini ile kaplı olmayan hiçbir yeri yok. Klasik İran cami planı uyarınca orta avlu iki katlı bir yapı ile çevreleniyor. Yine bu plan gereği her kenarın ortasında bir taç kapı bulunuyor. Akustik özelliği son derece şaşırtıcı olan caminin bu alanda yapılmış hesaplamaları parmak ısırtan cinsten. Şah Abbas döneminin bu en ihtişamlı camisi aynı zamanda tarih boyunca Şiiliği devlet dini olarak kabul eden ilk hanedan olan Safevilerin de bir gövde gösterisi niteliğinde. Bu çok önemli anıtın adı günümüzde İmam Camisi olarak değiştirilmiş durumda.
Bu kadar azametli yapının yanında Nakş-ı Cihan Meydanı’na açılan taç kapısıyla ulaşılan daha mütevazi boyutlarda ve bir o kadar da sevimli bir cami daha var: Şeyh Lütfullah Camisi. Bu yapı da Şah Abbas dönemine tarihleniyor.
Şeyh Lütfullah Lübnanlı ünlü bir filozof. Adına yapılan bu caminin ne avlusu, ne de minaresi buluyor. Söylenceye göre harem kadınlarının ibadetine ayrılmış olan bu camiye tam karşısında meydanın diğer tarafında bulunan Ali Kapı’dan bir tünel yoluyla ulaşılabiliyordu. Kısmen Rıza Abbasi tarafından gerçekleştirilen hat sanatı süslemeleri eşi ender bulunur güzellikte. Bir de, ana mekâna açılan kapıdan girip kubbenin tam tepesine baktığınızda gördüğünüzü sandığınız tavus kuşu ve kuyruğunu, durduğunuz yerin tam karşına geçtiğinizde görememeniz, Şeyh Lütfullah’ın felsefi kişiliği ile koşut anlam kazanıyor olmalı: çevremizdeki evren, bulunduğumuz yer ve eriştiğimiz düşünce niteliğine göre şekillenir!
Şeyh Lütfullah Camisi’nden çıktığınızda kendinizi Nakş-ı Cihan Meydanı’nın tam orta yerinde bulacaksınız. Eğer hâlâ yürüyecek gücünüz kaldıysa artık çevredeki dükkânlardan biraz alışveriş yapmayı düşünebilirsiniz. İsfahan’ın nesi meşhurdur diyorsanız, size birçok şey sayabilirim. Bunlar arasında en ünlüsü tabii ki; halı. Yalnız İsfahan değil, İran’ın birçok kentinin en önemli el sanatı halı dokumacılığıdır. Bu konuda ülkemizle büyük benzerlik gösteren İran halılarının en büyük özellikleri; motiflerinin çok detaylı olabilmesi. İranlı genç kızlar manzaraları, portreleri veya ince detayları olan bir görüntüyü halı şeklinde işlemeyi çok seviyorlar. Bunu yaparken tek düğüm kullanıyor olmaları onlara avantaj sağlıyor. Türkiye’de de, her ne kadar zor olsa da aynı inceliği elde etmek mümkün. Ancak bizim sanatkârlarımız daha soyut, bitkisel ve geometrik motifler kullanmayı seviyorlar.
İsfahan’ın diğer ünlü el sanatı ipek veya pamuklu kumaş üzerine taş baskısıdır. Bilhassa Nakş-ı Cihan Meydanı yakınlarında, çok çeşitli kullanım amaçlı bu güzelim kumaşları kolayca bulabilirsiniz. Bunların yanında, bakır işçiliği, sedef kakma, deve kemiği üzerine yapılan resimler de İsfahanlı zanaatkârlar tarafından üretilen eserler arasında yer alıyorlar.
Tüm bunların yanında gerek Nakş-ı Cihan’da, gerekse İsfahan’ın diğer semtlerinde birçok minyatür sanatçısının sabırla çalıştığını görmeniz mümkün. Şiraz’da olduğu gibi İsfahan’da bu sanatı günümüzde canlı tutan kentlerin başında geliyor. Bu sanatkârların yarattığı eserleri görünce Osmanlı İmparatorluğu dönemi örnekleriyle ne denli benzeştiklerini saptayacak ve İran’ın kültür geçmişimizle yakın ilgisini bir kez daha gözlemleyeceksiniz. Kısacası, İsfahan’da kendinizi hiç yabancı bir kentte hissetmeyeceksiniz!
Nakş-ı Cihan Meydanı’nın hangi tarafından çıkarsanız çıkın, birkaç metre sonra meydanı göremezsiniz. Bu yüzden yanı başından yüzlerce kez geçseniz bile, orada olduğunu bilmiyorsanız yanından geçip gidersiniz. Meydanı çepeçevre saran iki katlı yapının diğer cephesi sanki haşmetli bir tiyatro sahnesinin mütevazı sahne arkası niteliğinde bir görünüm arz eder. Az ileride ise, kendinizi şehrin ana caddelerinden birinde bulursunuz. Ulaştığınız bu caddenin karşı kaldırımı ise şehrin tam orta yerinde bulunan Caharbağ Bahçeleri’nin sınırını oluşturur.
Bu özellik belki de bilerek yapılmıştır. Bir tarafta; tüm canlılığı ile günlük yaşam, alışveriş, ibadet, gösterişli kabul törenleri veya etkileyici polo oyunu, diğer tarafta ise; içinden hiç çıkmak istemeyeceğiniz cennet bahçeler, ulu ağaçlar, kuşlar, korular içine çok uzaklardan getirilip salınmış karacalar, ceylanlar, kuğular, doğunun hoş müziği kısacası bir hayal dünyası. Yorucu, yüksek tempolu günlük yaşamdan sonra sığınılacak bir cennet hemen yakında. Görkemli şehir merkezi canlılığı yanında sonsuzluk duygusu hissettiren dinginlik, şehir çevresindeki çöl ortamına kıyasla imkânsız gibi görünen boyutlarda yeşil alan. Bilhassa geçmişte yolu İsfahan’a düşen yabancıların anlatmakla bitiremedikleri güzellikler…
Caharbağ… Yalnızca İsfahan’da bir semt adı değildir. Aynı zamanda çok ünlü İran bahçe düzenleme sanatının belkemiğini oluşturan bahçe planıdır. Caharbağ bahçe planı İran’da çok eski zamanlardan beri kullanılmaktadır. Günümüze ulaşan en eski örneğin izleri, Büyük Kuroş’un kurduğu Ahameniş İmparatorluğu başkenti Pasargad’dadır.
Bahçe iki ana suyolu ile sulanır. Bu kanallar, bahçe merkezinde birbirlerini dik açı ile keserler. Böylece bahçe dört ana parçaya ayrılmış olur. Bu yüzden bahçe Cahar (dört) + bağ (bahçe) olarak adlandırılır. Su bazen yakındaki birçok kaynaktan veya yine İran’da geçmişte birçok şehirde kullanılan mühendislik harikası kanat sisteminden gelir. Kanat sistemi çok uzaklarda bulunan suyun buharlaşmasını engellemek amacıyla yeraltı kanalları aracılığı ile aktarılmasına verilen addır. Bahçe sulamasının kolayca yapılması amacıyla sulama sisteminin hafif bir eğimi olması gerekir. Bu yolla su ulaşmaması gereken yere kendiliğinden varır.
Nakş-ı Cihan Meydanı'nın tam yanı başındaki Çehel Sütun Sarayı işte böyle bir cennet bahçesinde bulunuyor. Şah Abbas II devrinde yapılan bahçe ve içindeki malikâne, 1650’li yıllara tarihleniyor. Bahçe girişindeki kapı binasını geçtiğinizde hemen yolunuzu kesen 115 m uzunluğundaki havuza düşecekmiş gibi oluyorsunuz. 115 sayısı ebced hesabı ile “ALİ” kelimesine karşılık geliyor. Bu devasa süs havuzunun bittiği yerde Çehel Sütun Sarayı yer alıyor. Sarayın girişini, neredeyse sarayın kapalı alanı kadar yer kaplayan çok yüksek tavanlı bir eyvan oluşturuyor. Gerek süslemeleri, gerekse planı göz önünde bulundurulduğunda sarayın en ihtişamlı olması istenen bölümünün burası olduğu anlaşılıyor. Yüksek tavan hafif olması için büyük ölçüde ahşaptan yapılmış ve bir kurşun kalemin orantılarına sahip zarafette ahşap sütunlar tarafından taşınıyor. Eğer İsfahan'a gelmeden önce Persepolis'i gezdiyseniz bu tip bir mimarinin kaynağının Ahameniş Uygarlığı olduğunu hemen anlayacaksınız. İsfahan’a yaptığım gezilerden birinde bu sütunların ulu çınar ağaçlarından yapıldığını öğrenmiştim. Zaman içinde bu sütunların bazıları değiştirilmiş olmalı ki, saray binasının arkasında eskilerinin birkaç parçası kaderlerine terk edilmiş bir durumda bulunuyor.
Sütunlar yirmi adet. Tam önlerinde bulunan yukarıda bahsettiğim havuz suyu yüzeyindeki yansımaları ile birlikte kırk adetmiş gibi görünüyorlar. Kırk anlamına gelen ve saraya ismini veren “çehel” kelimesi buradan kaynaklanıyor. Diğer bir açıklama ise çehel kelimesinin yalnızca çokluğu ifade ettiği yönünde; Türkçemizde de aynı ifadenin olması hoş bir benzerlik!
Sütunların taşıdığı bu sundurmanın altındaki ferah alan kabul ve ziyafetler için kullanılırmış. Buradan iç alana geçiş doğrudan basit bir kapı ile yapılmıyor. Mekânın her iki tarafında bulunan ve bir nevi koridor oluşturan odalardan geçip binanın ana salonuna ulaşıyorsunuz. Duvarlar XVII-XIX. yy aralığına tarihlenen büyük boy resimlerle süslenmiş. Aralarında en önemlisi Yavuz Sultan Selim ile Safevi İmparatorluğu kurucusu Şah İsmail arasında geçmiş olan Çaldıran Savaşı. Diğer resimler ise çeşitli hükümdarların fetihleri ve dost ülke sultanlarını kabullerini konu almışlar.
Bu kısacık yazımda sizlere ana hatlarıyla İsfahan’ı tarif etmeye çalıştım. Bir gün İsfahan’a giderseniz aslının tarifinden çok daha kapsamlı olduğunu büyük mutlulukla fark edeceksiniz. Çölün kıyısında düş niteliğinde bir vaha, kuruluşundan bu yana iyi planlanmış bir şehir, inanılmaz boyutlarda anıtlar, derin bir kültürel ve tarihi miras, yaşamayı seven filozof uygar insanlar… Her adımınızda İran’la ortak geçmişimizin izlerini bulacağınız bir diyar…
İsfahan, Nısf-ı Cihan. Yazıma bu ifade ile başlamıştım. İsfahan gerçekten; “dünyanın yarısı mıdır?” bilmiyorum. Ancak olağanüstü birçok güzellik barındıran bu kentin geçmişi ve bugünü ile İran’ın çok iyi bir resmi olduğunu biliyorum. Gidin, gezin. Bu kentle tanıştığınızda nereden geldiğini tam olarak bilmediğiniz, ancak yalnızca bize ait olduğundan çok emin olduğunuz kimi varlıklarımızın kökeni hakkında da yeni fikirler edineceksiniz…