Kısa bir süre önce döndüğüm kuzey seyahatimin etkisinden henüz kurtulamadım. Gözlerimin önünden harikulade manzaralar geçiyor hala. Kimi zaman Norveç’in ıssız kıyılarını özlediğim, soğuk ve ıslak rüzgarını yüzümde hissedip şaşırdığım anlar oluyor. Sonra bir korna veya bir ambulans sesi beni kendime getiriyor ve kendimi İstanbulumuzun o gürültülü ve yorucu karmaşasında buluveriyorum. Yanlış anlaşılsın istemem: Ben İstanbul’u hala seviyorum ama yaşımın getirdiği değişimlerden midir bilemiyorum, sakin ve nüfusu az, medeni yerleri daha çok arar oldum. O yüzden de yakın dostlarıma kuzey coğrafyasının bazı ülkelerini ballandıra ballandıra anlatırken buluyorum kendimi sık sık. İşte bu yazıda da konu olarak Norveç’in renkli köşesi Bergen’i anlatayım dedim.
Bergen Norveç’in gerçekten de en renkli şehirlerinden biri. Şehir merkezinde yaşayan yaklaşık 275bin kişilik nüfusuyla Norveç’in en kalabalık ikinci yerleşimi. Ülkenin en hareketli turistik limanı burada, dolayısıyla turizm en önemli gelir kalemlerinden birini oluşturuyor. Yılın hemen her gününde Bergen limanına büyük yolcu gemileri yanaşıyor ve o yolcular başta UNESCO DÜNYA MİRASI olan eski BRYGGEN’e akarken, şehrin eski limanının etrafını kuşatan bütün tarih kokan mahalleleri de bu hareketten nasibini bolca alıyor.
Ben Bergen turu yaparken kendime göre bir rota oluşturdum zaman içinde. Genellikle HANSA BİRLİĞİ’nin KONTOR adı verilen tüccarlar kolonisinin bulunduğu, rengarek ahşap binalarının koruma altına alındığı BRYGGEN’den başlarım. Burası benim gözlemediğim kadarıyla, maalesef kitle turizminin aşındırıcı etkisine maruz kalan noktalardan birine dönüşmüş durumda. Evet, bu yüzlerce yıllık ahşap binalar hala çarpıcı, hem tarihi dokusu hem de reçine kokusu ile büyüleyici ama o kadar fazla sayıda insan aynı anda mahalleye doluşuyor ki, etrafı görebilmek, evlerin arasında gezinebilmek büyük bir meseleye dönüşmüş durumda. Bu gidişe bir dur denilmesi gerekecek bence. Çünkü turizm iyi güzel de, turizme kurban edilen tarihin yerine de yenisini koymak mümkün değil! Biz böyle çok fazla değerimizi yitirdik. Bu yöreyi turizme açıyoruz müjdeler olsun! denildiğinde fena halde irkilmemin sebebi belki de budur! Neredeyse 30 yıllık turizm yaşamımda, turizme açıyoruz denilerek nice değerlerin ve doal güzelliklerin yok edilişini kendi gözlerime gördüm, yaşadım. Üstelik sadece Türkiye’de değil, dünyanın pek çok yerinde! İçindeki turistik mağazalarla, restoranlarla ve daha pek çok ıvır zıvırla -bana kalırsa- karakterini yitirmeye başlayan BRYGGEN’i de aynı sona kurban etmeden, sevgili Norveçli dostlarımın tez elden önlem almalarını diliyorum. Peki BRYGGEN nedir?
Almanya’nın LÜBECK kentinde kurulan bir tücaret birliğinden bahsetmek lazım bu noktada: HANSA BİRLİĞİ. Tarihçilerin ortak kanısına göre 1159 yılında, bölgeyi ele geçiren Bavyera ve Saksonya Kralı Henry, hem ticari hem de savunma amaçlı bir birliğin kuruluşuna liderlik eder. Amaç Baltık Denizi’nde ve kıyı kentlerinde korku yaratan akınların ve korsanlık faaliyetlerinin önünü kesip, ticaret için güvenli limanlar yaratmaktır. Başta Vikingler olmak üzere kuzeyin cesur ama talana ve yağmaya meraklı topluluklarını, askeri yönden organize bir şekilde engellemek, yollarını kesmek ve bu sayede güven ortamı yaratarak limanlarda ticareti arttırmaktır. HANSA BİRLİĞİ Kuzey Almanya’nın önemli bir limanı olan LÜBECK’te kurulur. 13-15. Yüzyıllar arasında Lübeck, Kuzey ve Baltık denizleri arasındaki en önemli kavşak haline dönüşür. Novgorod’dan Londra’ya, Köln’den Bergen’e kadar uzanan bir coğrafyada tek hakim HANSA BİRLİĞİ olur. Bu geniş coğrafyada KONTOR’lar kurulur. Bunlar, kuruldukları topraklarda, neredeyse, kendi kurallarından başkasına uyma ihtiyacı bile göstermeyen tüccar yerleşimleridir. Yazıhaneler, ofisler, depolar, yeme içme yerleri ve diğer ihtiyaçların hepsinin giderilebildiği mikro-kentlere dönüşür bu Kontorlar. Yazılı kurallar kadar yazılı olmayan kurallar da geçerli hale dönüşür. Sevilen veya üzerlerinde kolay tahakküm kurulabilen, zararsız tüccarlar desteklenirken sevilmeyen, tehlikeli bulunan ve al gülüm ver gülüm sistemine tam entegre edilemeyenin de dedikodular, spekülasyonlar ve boykotlarla kuyusu kazılır. Paranın gücüyle yerel yöneticiler satın alınır ve yerel politika üzerinde söz sahibi olunur. Arada sırada bazı prensler ya da krallar başkaldırmaya kalksalar, kafalarına Kutsal Roma Germen İmparatorluğu’nun tokmağı iniverir. Arkasına aldığı imparatorluk ve kilise desteği sayesinde Lübeck merkezli birlik, bütün Avrupa’yı idare etmeye başlar adeta. Bu parlak dönemin sonsuza dek sürmeyeceği İsveç’in Baltık’ta güçlenmesi, Danimarka’nın kuzey denizlerindeki hakimiyetini kurması, Novgorod’daki kontorun kapanması ve Brugge’deki limanın neredeyse ölmesi ile kendini belli eder. Bununla beraber Almanya topraklarındaki prensler de güçlenmektedirler. 16. Yüzyıldaki reformasyon ile Protestanlığın zemin kazanmasıyla tüm Avrupa’ya yayılan kargaşa, güney limanlarında Osmanlı tehlikesi de diğer faktörler olur. Neticede bazı üyeleri yavaş yavaş birliği terk eder. Kalanlar ise bu birliği ismen de olsa sürdürürler. Günümüzde Lübeck, Hamburg ve Bremen, kendilerini hala Özgür Hansa Şehirleri olarak tanımlamaktadırlar. Çok sevimli bir konu olmamasına ragmen bir başka detay da, 1937’de seçim kampanyası sırasında Lübeck’e gelen Hitler’in, buradaki konuşmasında Hansa Birliği’nin eski ihtişamlı günlerine dönüleceğini müjdelemiş olmasıdır.
Bergen’den yola çıktık ve nerelere geldik! Biz yine dönelim Bergen’e…
İşte Bergen turu sırasında genellikle ilk uğrak yerim bu birliğin BRYGGEN mahallesindeki Kontor’u olur. Bu labirentler ve koridorlarla birbirlerine bağlanan ahşap binaların arasından geçtikten sonra, eski liman bölgesine yürürüm. Burada neredeyse yüz yıl öncesine dek kullanılan eski yük indirme vinçlerini gösteririm. Hansa Birliği Müzesi de buradadır. Sonraki durağım ise her gelenin çok büyük keyif alarak gezdiği Balık Pazarı olur.
Balık Pazarı denilen bölge öyle çok da büyük değil ama rengarenk ve fotojenik bir yer. Burada hem eski usül tezgahlar, hem de yeni inşa edilen daha modern bir çarşı var. Bu tezgahlarda deniz kabuklularından tutun da balina etine kadar pek çok değişik lezzeti tatmak mümkün. Ben en çok karidesli açık sandöviçleri seviyorum. Önce çavdar ekmeğinin üzerine ince bir kat terayağı sürülür. Sonra kıtır bir kat marul yerleştirilir. Haşlanmış yumurta dilimleri konulur ve tazecik pespembe karidesler dökülür. Öyle üç beş tane değil bol bol! Üzerine hem renk hem de lezzet için bir iki ince dilim limon yerleştirilir. Hardalla hafifçe renklendirilmiş gerçek mayonez de yanına konulunca, güzel bir bira ısmarlamak da farz olur artık! Eşime göre biraz da sarımsak ilave edilse daha iyi olur ama bizim kuzeyli arkadaşlar pek itibar etmiyorlar nedense!
Bergen’e gidip Floyen Tepesi’ne çıkmamak olmaz. Dolayısıyla ben Bergen turumda mutlaka Floibanen denen funikülerle yukarıya çıkarım. 320 metre yükseklikten eski Bergen Limanını seyretmek, şehri kuşatan tepeleri görmek, fiyordu ve diğer detayları incelemek Bergen’in neden bu kadar büyük önemi olduğunu anlamaya yetiyor. Fiyord, açık denizin yıkıcı etkilerinden uzak ve eski limanın girişinde yer alan adalar ise bu etkiyi daha da kırıp, güvenli bir sığınak ortamı yaratıyor. Bu yüzden bu liman geçmişte önemli olmuş ve zamanla Norveç’in en büyük limanına dönüşmüş. Şehrin adının neden Bergen olduğunu da tepeye çıkınca anlıyorsunuz çünkü Bergen kelimesinin kökeni BERG ve bu da dağ anlamına geliyor. Hatta kimi kaynaklara göre Bergen’in eski kent bölgesini çevreleyen yedi tepesi var! Saymaya kalktığınızda yediden daha fazlasını sayıyorsunuz ama yine de denemeye değer!
Bergen’de çok sevdiğim bir başka şey de, seneler boyu gide gele yaratmış olduğum ve sadece bana ait olduğu konusunda romantik bir fikre kapıldığım Ahşap Evler Mahallesi yürüyüşü! Denizi ve balık pazarını ardımda bırakıp Bergen’in eski mahallelerinin içlerine doğru yürürüm grubumla. Kutsal Haç Kilisesi’nin yanından yukarı tırmanan merdivenlere yöneliriz. Burası harika bir mahalledir. 19. Yüzyıldan kalma binaların arasından geçerek hafifçe yukarı uzanırız. İşte bu noktada bir labirent başlar. Sokaklar sadece bir kişinin geçişine izin verecek şekilde daralır. Grubumla tek sıra halinde yürürüz. Beyaz ahşap evler, renkli kapılar, önlerine dizilmiş sıra sıra çiçek dolu saksılar, park edilmiş bisikletler, çengellerden sarkan çiçeklikler, yosun tutmuş parke taşlar ve süslü pencereler bu mahallenin en belirgin özellikleridir. Limandaki ve balık pazarındaki kalabalık bu mahallelerde görülmez. Hayatın içine doğru girdiğimizi hissederim bu sokaklarda ve çok hoşuma gider.
Bir arkadaşımla konuşurken şöyle demiştim: Yaşanacak yer Bergen! Gerçekten de böyle düşünüyorum. Müzeleri zengin, milliyetçi romantizm akımının ünlü bestecilerinden Edward Grieg’in adını taşıyan konser salonuyla klasik müziği onurlandıran, opera, tiyatro ve pek çok festivalle hareketlenen kültür yaşamıyla iddialı bir şehir Bergen. Hele bir de benim gibi yağmuru seviyorsanız o zaman mutsuz olmanız mümkün değil. Neden mi? Çünkü yerel bir deyişe göre Bergen’de yılın 363 günü yağmur yağar! Eğer güneşli bir güne denk geldinizse keyfini sürmeye bakın, uzun sürmeyecektir!
Yollarda görüşürüz…