İnsanoğlunun tarih boyunca en büyük korkularından biri olmuş kuraklık. İmparatorluklar yıkmış, savaşlara yol açmış, göçlere neden olmuş. Bugünün Mısır’ına baktığımızda ise kuraklığın gerçek bir nimete dönüşmüş olduğunu görüyoruz. Kurak çöllerin erişilmezliği birçok tarihi eseri yok olmaktan kurtarmış. Nem olmadığı için yapılar, içlerindeki duvar kabartmaları, resimler, ahşap, saz gibi organik maddelerle yapılan objeler binlerce yılı aşıp günümüze ulaşmış. Üç bin yıl önce kral mezarına yerleştirilmiş hurma, binlerce yıl öncesinin ahşap su değirmeni zamana direnmeyi başarmış.
Mısır’ın bir başka avantajı deprem kuşağında olmaması. Dev tapınakların, tarihi yapıların birçoğu yerkürenin gazabından da bu sayede korunmuş.
Mayıs-eylül ayları arasında, Mısır’daki ortalama hava sıcaklığı 35-38 derece arasında. İnsanın soluğunu kesiyor. Aralık-şubat arasında ise ortalama gündüz sıcaklığı 22, akşamları 7 dereceye düşüyor. Gezmek için ideal koşullar ortaya çıkıyor.
Kahire, Luksor ve Assuan bölgeleri ülkenin en çok turist çeken alanları. Kahire-Luksor arasında kalan bölge ise büyüleyici tarihsel zenginliğine, uygarlık tarihi açısından önemli kalıntılarına karşın turistik turların pek uğramadığı bir güzergáh. Üç nedeni var: Arkeolojik çalışmalar tamamlanmadığı için, şimdilik bu alanlarda ziyaretçilerin dolaşması pek istenmiyor. Yolları dar, kötü, kalabalık. Konaklama tesisleri yetersiz. 1980’lerin sonundan itibaren güvenlik endişesi de eklenince, turların uğramadığı bir bölge haline dönüşmüş Orta Mısır. Yetkililer, tur düzenleyecek firmaların önceden ilgili makamlara bildirimde bulunmasını istiyor, gezilere polis eşliğinde izin veriliyor. Otomobil kiralayıp bu rotaya girildiğinde de bir başka sorun karayollarındaki tüm işaretlerin Arapça olması. Bu nedenle gelen Batılı turistler için yol bulmak pek kolay değil. Kalabalık yerlerde gezerken kimi zaman resmi giyimli jandarmalar, kimi zaman sivil polisler yakın takiple turistlere eşlik ediyor. Kahire-Luksor arasındaki yaklaşık 500 kilometrelik mesafeyi trenle ya da dolmuşa dönüştürülen kamyonetlerle de katetmek mümkün. Fakat bu yöntem çok yorucu.
KRAL PİRAMİDİ BEĞENMEDİ YENİSİNİ İNŞA ETTİRDİ
Biz 10 kişilik grupla Kahire’den yola çıktık. Nil’e paralel, karayolunu izleyerek güneye indik. Tam 20 yıl sonra Mısır’ın bu gizemli bölgesine yeniden ayak basıyor, geçmişte buralarda yaptığım "kamçılı adam" turlarının nostaljisini yaşıyordum. Aslında, birkaç yıl önce başlamıştık programı hazırlamaya... Mısır’a turist olarak gidenlerin pek görmedikleri, göremeyecekleri El Ezher Camisi’nden Gayer Anderson evine, Keops’un sedir ağacından yapılmış 43 metre uzunluğundaki 4500 yıllık kayığından Sakkara’daki Unas Piramidi’nin mezar odasına kadar alışılmışın dışında hazırlanmış özel bir programdı bu...
El Minya’ya doğru ilerliyoruz. Kent, karayoluyla Kahire’den yaklaşık 4 saat uzaklıkta. Yolda, Mısır’ın ikinci büyük tarım alanı Feyyum Vahası’ndan geçiyoruz. Firavunlar devrinden itibaren, Nil’den kanallar açılarak sulanan bu verimli topraklarda mango, pamuk dahil her şey yetişiyor. El Feyyum kentinin özelliği, burada çok güzel sepetlerin yapılıyor olması. Çarşısına girdiğimizde etrafınızı sepet satan çocuklar sarıyor. Kent yakınındaki Meidum, ülkenin en görkemli piramitlerinden biri. Kral Keops’un babası Snefru yaptırmış; ancak beğenmemiş. Kahire’nin güneyindeki Daşhur’u yaptırıp oraya gömülmüş. Buna karşın Meidum önemli bir yapı. Çevresindeki mezarlıklardan çıkan birçok yazıt, duvar resmi bugün Kahire Müzesi’nde sergileniyor. Piramit ise sadece dışarıdan görülebiliyor.
El Minya’nın nüfusunun üçte biri Mısırlı Kıptiler’den, yani Hıristiyanlardan oluşuyor. Kentin Nil sahilindeki manzarası çok güzel. İçinde önemli bir tarihi eser yok. Tek lüks oteli, bir zamanlar beş yıldıza sahip olan Etap. Biz de burada kaldık. Eşyalarımızı bıraktıktan sonra, rotamızı Minya yakınlarındaki tepelere doğrulttuk. Kent merkezine karayolundan bir saat uzaklıkta Beni Hasan’daki Orta İmparatorluk Prens Mezarları’nın yolunu tuttuk. Firavunun atadığı feodal beylere ait bu muazzam mezarlar M.Ö 2000-1800 arasında yapılmış. Duvarlarında günlük hayatın ayrıntılarıyla tasvir edildiği fresk resimler bulunuyor. Firavunlar dönemindeki askerlerin yaptıkları talimler, eski Mısırlı güreşçilerin karşılaşmaları, Nil üzerinde balık avı ve dünyanın bu en uzun nehrinde yaşayan balık türleri tıpkı bir ansiklopedinin sayfalarındaki gibi, eski Mısırlılar tarafından duvarlara resmedilmiş. Bunlara bakarken zaman tünelinde yürüdüğünüzü hissediyorsunuz. İçlerinden biri çok önemli, çünkü dünyanın ilk halı tezgáhının görüntüsü resmedilmiş duvarlara. Tepelerdeki mezarlara tırmanırken soluğumuz kesildi, ancak bu noktadan Nil’i seyretmek gerçekten oldukça etkileyici.
GÜZELLER GÜZELİ NEFERTİTİ’NİN BAHÇESİNDE
El Minya’daki ikinci günümüzde karayoluyla yaklaşık 1,5 saat uzaklıktaki Tel El Amarna’ya gittik. Yol boyunca fellah ve fellahinleri, yani erkekli, kadınlı Mısır köylülerini gördük. Nehir kıyısındaki küçük kasabanın pazarı tam bir cümbüş yeri. Başının üstünde kazlarını, kuzularını taşıyanlar, seyyar satıcılar... Kadın ve erkekler jelaba ya da galabia denilen entariler giyiyorlar. Son yıllarda radikal İslamcı hareketlerin yükselmesiyle birlikte, kara çarşaflıların da sayısında artış olmuş bu bölgede.
Tel El Amarna, tarihin bilinen ilk monoteisti Akhenaton ile güzel eşi Nefertiti’nin şehri. M.Ö. 1300’lü yıllarda, "Tanrılar yoktur, ama bizi yaratan tek bir tanrı vardır o da Güneş’tir" diye haykırmış Akhenaton. Kasabaya girdiğimizde yine dağlardaki asil mezarlarına doğru yöneldik. Kumlar altından gün ışığına çıkartılmış kraliyet sarayının odaları, avlusunda yer alan havuzu bizleri bir zamanlar buralarda dolaşmış güzeller güzeli Nefertiti’nin gizemli dünyasına alıp götürdü... Alman arkeologlarca bulunup kaçırılan, bugün Berlin Müzesi’nde sergilenen dünyaca ünlü Nefertiti’nin büstü, bu sarayın, heykeltıraş atölyesi olarak kullanılmış odalarından birinde bulunmuştu.
Falezlere çıkıp, Kral Akhenaton döneminin ünlü bürokratlarının mezarlarını gördük. Buradaki gezimizin odak noktası, çok az kişinin gezip gördüğü, Tel El Amarna Dağları arasındaki gizli bir vadide yer alan, yerin 70 metre altına kazılmış eretik kral Akhenaton’un mezarıydı. Kendisinden sonra gelen krallar intikam hırsıyla yakıp yıktıkları mezarının duvarlarında ne bir resim ne de bir yazı bırakmışlardı. Buna karşın Akhenaton’un izlerini tarihten silememişler. Bugün tarihsel önemi bir yana, cinsel kimliği bile hálá tartışılıyor. Kimilerince transvesti bir kral olduğu bile öne sürülüyor.
İKİ BİN YILLIK SU DOLABI
Yeşilin kumla kucaklaştığı Tuna El Gebel’e doğru yol alıyoruz. Çölün altına kazılmış labirent şeklindeki tünelleri gezeceğiz...
Eski Mısırlılar, ibis kuşlarını ve babun maymunlarını kutsal kabul ederlermiş. Çünkü onların bilgelik tanrısı Thot’un yeryüzündeki siluetleri olduklarına inanılırmış. Papirüslerin, hiyerogliflerin, yazıcıların koruyucu tanrısını simgeleyen bu hayvanlar öldüklerinde ortada bırakılmaz, mumyalanıp yer altındaki tünellere yerleştirilirmiş. Bu nedenle yer altındaki tüneller bugün bile üst üste istiflenmiş binlerce ibis ve babun mumyasıyla dolu. Aralarından geçerken, dazlak Mısırlı rahiplerin binlerce yıl önce mırıldandıkları ilahileri duyar gibi olduk. Hele, aşkı uğruna Nil’in sularında boğularak ölmüş İsadora adlı genç kızın mumyasını gördüğümüzde heyecanımız doruk noktasına vardı... Ama asıl ilginç olanı, tünellerin yakınında gördüğümüz, ahşap, taş karışımı bir sulama dolabıydı. Günümüzden 2000 yıl kadar önce Romalılar tarafından kullanılmıştı. Ve hálá yerinde duruyordu. Çölün kuru iklimi yüzyıllar ötesinden bugüne ulaştırmıştı.
ERICH VON DANIKEN’İN HİYEROGLİFTEKİ HELİKOPTERİ
Geri dönüp, o akşam yine El Minya’da kaldık. Ertesi gün 4 saatlik yolculuktan sonra Kena kentine ulaştık. Nil kıyısında büyükçe bir yerleşim Kena. Çevresinde, Orta Mısır’ın pek az bilinen görkemli tarihi yapıları yer alıyor. Kuzeyindeki Abydos’ta bulunan Osiris Tapınağı bunlardan biri. İkinci Ramses ile babası Birinci Seti yaptırmış. Abydos, aslında Mısır mitolojisinde kötü kardeşi Seth tarafından öldürülen ve gövdesi parçalara ayrılıp Nil sularına atılan Osiris’in başının bulunduğu yer. Bu nedenle çok kutsal kabul ediliyor. Osiris, aslında cennetin tanrısı. Her ölümlü onunla karşılaşacağını düşünüp, hayatı boyunca ona dua eder, adaklar adarmış. Tapınağın çevresindeki bereketli topraklar bugün bile buğday, bakla tarlalarıyla çevrili. Duvarlarındaki taş kabartmalarda, Mısırlılar’ın dini ritüelleri tasvir edilmiş. Tanrılar önünde yaptıkları adaklar, dua etme biçimleri konusunda ayrıntılı bilgi edinmek mümkün. Hiyeroglifler arasındaki helikopteri andıran şaşırtıcı resim, bizleri bir an için, yıllar önce okuduğumuz Erich Von Daniken’in "Tanrıların Arabaları"na alıp götürüyor.
YÜZÜ AFRODİT, VÜCUDU İNEK
Luksor yoluna çıktık daha sonra. Kente 60 kilometre kala, Denderah’taki inek başlı Hathor Tapınağı’na uğradık. Geçmişin kum fırtınalarında üstü kısmen örtülmüş olan tapınak, hiç bozulmamış bir şekilde geçen yüzyıla dek ulaşmış. M.Ö 2’nci yüzyıl ile M.S 2’nci yüzyıl arasında, Ptolemeler Dönemi’nde yapılmış. Yani Büyük İskender sonrasında başlayıp Romalılara kadar devam eden dönemde...
Güzeller güzeli Hathor, Mısırlılar’ın Afrodit’i. Çok güzel bir tanrıça. Çekici, etkileyici. Ama maalesef bütün Mısır tanrıları gibi bir hayvanla simgelenmiş. Güzelim yüzünün altında hep inek vücuduyla resmedilmiş. Yaklaşık 200 metre uzunluğundaki yapı, günümüze gelebilmiş en sağlam tapınaklardan biri. Girişinde Mammisi adı verilen ufak bir şapel var. Geçmişte hamile kadınlar buraya gelip doğum yaparlarmış. Ebeler de Hathor’un rahibeleri... Tapınağın içinde çok güzel kabartma yontular var. Tapınağın üst katındaki bir odanın tavanında da çok etkileyici bir horoskop yer alıyor. Orijinali Louvre Müzesi’nde. Horoskopta ay, mevsim, günler ve yönler belirtilmiş, 12 burç tüm netliğiyle tasvir ediliyor. Geçmişte her yıl, temmuz sonunda, dolunaydan dört gün önce, Hathor’un heykeli özel bir törenle yerinden alınır, bir muhafaza içinde gemiye bindirilip Edfu’ya gönderilirmiş. Eşi, Şahin Başlı Horüs’ün tapınağında 15 gün kadar kaldıktan sonra da Denderah’a geri götürülür, bu süre içinde çiftin seviştiğine inanılırmış. Geçmişin etkileyici ritüelleri bugünün Mısır’ında unutulup gitmiş. Sadece Kıptiler’in ibadetlerinde geçmişi çağrıştıran özellikler görülüyor. Örneğin pazar ayinlerinde zil, çalpara gibi vurgulu enstrümanlar kullanıyorlar.
DUVAR RESİMLERİNDE ADIM ADIM KADEŞ SAVAŞI
Gizemli Mısır seyahatimizin son durağı Luksor. Asiller Vadisi mezarlarından İşçiler Vadisi’ne; Mumyalar Müzesi’nden, mezarının bir köşesinde sergilenmeye başlanan Tutankhamon’un mumyasına dek birçok şeyi gördükten sonra, gün batımına çeyrek kala krallar kralı II. Ramses’in ölüm tapınağının önünde duruyoruz. Atalarımız Hititlerle Mısırlılar arasında geçen Kadeş Savaşı bir çizgi roman gibi tapınağın duvarları üzerinde resmedilmiş. Havada uçuşan oklar, mızraklar; şaha kalkmış atların çektiği savaş arabaları, Hititli casusların falakaya çekilmeleri... Batmakta olan güneşin kızıla boyadığı duvarlarda bir savaş alanının yanıp yıkılan görüntüleri yansıyor sanki...
Teb’de, yani Luksor’un karşı kıyısında batan güneş, Nil üzerinde adeta dans edercesine süzülüp giden felukaların beyaz yelkenlerini bir başka güzel gösteriyor; yükseklerden uçup giden göçmen kuşlarının çığlıkları minarelerden yükselen ezan seslerine karışıyor...
Nil üzerinde yapmış olduğumuz bilinmeyenlerle dolu bu muhteşem seyahat "unutulmayanlarımızdan" biri olarak kalacak...
Mısırlılar en çok baklayı seviyor ben güvercin dolmasını unutamayacağım
Ful: Baklanın Arapçası ful, Mısırlıların en sevdiği, en çok tükettikleri besin. Bebeklere bile, mama olarak protein içeren bakla püresi veriliyor. Fakirden zengine, yediden yetmişe çoluk çocuk herkes bir tür favayı andıran bakla ezmesini limon, zeytinyağı, soğan, domates ve baharatlarla karıştırdıktan sonra ekmeğin arasına koyup yiyorlar.
Taamiya: Mısır mutfağının en güzel tatlarından. Her ne kadar Lübnanlıların felfelini andırsa da, mercimekle yapılan felfelden ayrı bir şey.. Artık, Türk turistlerden dolayı, Mısırlı satıcılar da bakla köftesine maalesef "felfel" demeye başladılar... Çekilmiş, taze bakla, baharat karışımıyla yapılıyor. Kıyıdan köşeden, bizim mücveri andıran bir şey...
Koşeri: Mısırlıların en çok sevdikleri yemekler arasında... Kavrulmuş soğan, pirinç pilavı, makarna, mercimek karıştırılıyor, ortaya değişik bir tat çıkıyor...
Mısır usulü ciğer sote: Kuzu ciğeri küçücük parçalar halinde kesiliyor. Tavada zeytinyağıyla, kıyılmış yeşil acı biber, sarmısak ve kimyonla karıştırılarak pişiriliyor. Nefis bir tat..
Omali: Mısırlıların milli tatlısı. "Ali’nin Annesi" anlamına geliyor... Toprak bir kapta, üst üste yerleştirilen yufkaların arasına fıstık kırıntısı, kuru üzüm koyuluyor ve vanilyalı, şekerli süt yufkaların üzerine döküldükten sonra, fırında gratine edilip yeniyor.
Güvercin dolması: Teb’in El Gurna köyündeki Şeyh Ali Abdel Resul’ün oberjine genellikle, bölgedeki arkeologlar gidiyor. Bizim mönümüzde ördek kızartması ve firavunlar döneminden günümüze ulaşan Mısır mutfağının ünlü güvercin dolması vardı. Güvercin dolması Mısırlılar için lüks yemek. Güvercinin içine baharatlı buğday taneleri dolduruluyor. Önce haşlanıp, ardından fırında kızartılıyor. Elle yeniyor. Aman, ne tat! İnsan güvercin dolmasını yerken, ister istemez parmaklarını da ısırıyor...