
Paris’in güneybatısına düşen Loire Vadisi’sinin en önemli özelliği, çeşitli zamanlarda çeşitli krallara ev sahipliği yapmış bir çok Rönesans şatosunun burada bir arada bulunuyor olması. Fransa’nın başka hiçbir yerinde, aynı döneme ait bu kadar çok şatonun toplandığı bir bölge bulmak mümkün değil. Loire Vadisi’nin çekiciliği, fazla mesafe kat etmeden, fazla yorulmadan, gezginleri tarih içerisinde bir yolculuğa çıkarabilmesinde. Tabii gene de irili ufaklı onlarca şatonun bulunduğu vadide gezerken bir seçim yapmak ve tarihsel önemi olan ve birbirinden farklı özellikleri bulunan belli başlı mekanları gezmek gerekiyor. İşte bu nedenle, bu yazıda 5 farklı şatoyu tanıtmaya çalışacağız.
Blois Şatosu
Blois Şatosu, bölgenin en büyük şehirlerinden Tours kentinin kuzeybatısında, yaklaşık bir saatlik mesafede bulunan Blois kentinin en yüksek tepesinde kurulmuş. 14. Yüzyıl sonuna kadar, Arduaz damlı, kalın duvarlı taş evleriyle tipik bir Ortaçağ kenti olan Blois’nın kaderini 1392 yılında bölgenin en güçlü derebeyi Orléans dükü Louis d’Orléans belirler. Şehri ve şatoyu sürekli ikametgahı olarak tayin eden Louis d’Orléans, ne yazık ki bu konforun fazla keyfini süremeden Korkusuz Jean tarafından öldürülür. Louis’nin oğlu Charles ise İngilizlerin eline esir düşer. Bu tarihte İngiltere ile Fransa arasındaki ünlü “Yüzyıl Savaşları” en şiddetli dönemindedir.
İşte tam bu yıllarda, daha sonra bir efsaneye dönüşecek olan, Fransa ve belki de Avrupa tarihinde çok farklı bir yere sahip olan Jeanne D’Arc ortaya çıkar. Bu kadın savaşçı her yerde Charles’ın kurtarılması için bir ordu düzenlemesi gerektiğini söylemektedir . 1429 yılında Blois Şatosu’nda Jeanne D’Arc önderliğinde İngiltere’ye karşı bir ordu toplanır. 1440 yılına kadar sürecek çarpışmalar sonucu “şair prens” Charles kurtarılır ve Blois şatosuna yerleştirilir. Blois Şatosu’nun da Fransa tarihinde ağırlıklı olarak yer alması Fransa’nın “ulus-devlet” olma yolunda ilk adımlarıyla başlar.
Şatoya oldukça geniş bir meydanı katederek geliniyor. Giriş kapısı 12. Louis kanadının tam ortasında yeralıyor. Buradan, Jeanne D’Arc’ın Fransız ordusunu topladığı iç avluya geçiliyor. Şato en görkemli devrini ise kral 12. Louis döneminde yaşıyor. 12. Louis kendi kanadını yaptırıp burayı sürekli ikametgahı olarak seçmesiyle “cour” adı verilen saray çevresi buraya taşınıyor. Böylece Blois şehri başşehir, Blois şatosu da kraliyet şatosu statüsüne yükselmiş oluyor.
İç avluya girdiğinizde sağda kalan kısımda 1. François yaptırdığı kanat yer alıyor. 12. Louis’den tahtı devralan François hem şatonun hem de şehrin mimarisini değiştirir. Leonardo da Vinci’nin 1. François tarafından Amboise şatosuna yerleştirilmesi Fransız mimarisinde bir dönüm noktası oluyor. Da Vinci İtalya’dan getirdiği Rönesans anlayışı yavaş yavaş bu topraklar üzerinde yerleşir. Kentteki yapılar, köprüler ve meydanlar üzerinde İtalyan stili süslemeler ve düzenlemeler bu döneme aittir. 1. François da o tarihe kadar diğer şatolarda görülmeyen tipik Rönesans stili dıştan bir merdiven yaptırır. Resmi davetlilerin kabul edilmesi ve törenlerde şövalyelerin selamlanması buradan yapılır. Bu merdivenden ikinci kata çıktığınızda artık kralın özel apartmanındasınız demektir. Kral François’nın yatak odası, ibadet ettiği şapel, yemek odaları hep bu bölüm yer alıyor.
François kanadının en ilginç bölümlerinden biri kraliçe Catherine de Medicis’nin gizli zehir odalarıdır. 3. Henri’nin karısı ve 1. François’nın annesi olan Medicis oldukça güçlü ve etkili bir kişilik olup ülkenin yönetilmesinde her zaman söz sahibi olmayı başarmış bir kişi. Gücünün bir kısmı da zehirlere olan ilgisi ve bu konudaki bilgisinden geliyor. Düşmanlarını kimi zaman özel hazırlattığı zehirlerle öldürtmekten çekinmeyen Catherine de Medicis, zehir şişelerini şato içindeki bu odada gizlemiş, ölene dek. Odanın duvarlarında özel olarak açılan gizli bölmeler duvarların ahşap kaplamasıyla aynı renk olduğundan fark edilmeleri oldukça güç. Bu bölümün bir diğer önemli odası 3. Henri’nin odası. 3. Henri süregelen din savaşlarına ve politik çalkantılara çözüm bulmak amacıyla 1576 ve 1588’de, burada, “Etats Généraux” denilen çoğunluğunu aristokrasi ve ruhban sınıfının temsilcilerinin oluşturduğu kurulları topluyor. 3. Henri’nin çocuğu olmadığından tahtın Protestanlığa sempati duyan 4. Henri’ye (Henri de Navarre) geçme olasılığı gündeme gelince , koyu Katolik olan Duc de Guise harekete geçerek bir darbe planı yapar. Din savaşlarının en şiddetli olduğu, Protestanların her yerde katledildiği böyle bir dönemde etkili bir aileye mensup de Guise’in destek bulmasından korkan 3. Henri, ikinci kurul esnasında Duc de Guise’i odasına çağırtıp, bir tuzağa düşürerek öldürerek kraliyet soyunun başka bir aileye geçmesini önler. Bu odada Paul Delaroche’un ünlü “Duc de Guise’in öldürülmesi” tablosunun bir replikası da bulunuyor.
Saray çevresinin yaşadığı mekanlarda bulunan 16.yy. mobilyalar ve ahşap kaplamalar hem dönemin yaşam tarzı hakkında fikir veriyor hem de Rönesans zevkinin ve İtalyan etkisinin gündelik yaşamda kullanılan eşyalar üzerindeki izlerini ortaya koyuyor. Bu arada, şömineler ve duvarlarda görülen çeşitli simgeler de o odanın hangi kral tarafından kullanıldığı hakkında da ipuçları taşıyorlar çünkü her Fransız kralının kendine ait bir simgesi var. Krallar genellikle kendilerine simge olarak bir hayvan seçip, o simgenin yaşadıkları bütün mekanlarda şu veya bu şekilde yeralmasını sağlıyorlar. Örneğin; 12. Louis’nin hayvanı “oklu domuz” ya da domuz-kirpi denilen, vücudunda kirpi gibi okları olan domuz büyüklüğünde bir hayvan. Oklar düşmanlara gözdağı anlamı taşıyorlar. 1. François’nın hayvanı “salamander”ise, kralın hem barışta hem de savaştaki gücünü simgeleyen ejderha ile kertenkele arası bir yaratık.
18. yy. Blois şehri için yüzyıl sürecek bir duraklama ve unutulma döneminin de başlangıcı. Kraliyet sarayının Paris’e taşınmasıyla Blois bütün parlaklığını yitiriyor. Yaklaşık bir yüzyıl sonra, Fransa’da tarihi eserlere duyarlılığın uyanmaya başladığı bir dönemde, bu bölgeye hayran edebiyatçılar Balzac ve Hugo sayesinde Blois Şatosu tekrar hatırlanıyor. Şato tarihi eser kapsamına alınıyor ve 1845’te başlanan restorasyon çalışmalarını denetleme görevi ‘Carmen’in yazarı Prosper Merimée’ye veriliyor.
Blois Şatosu’nu diğer şatolardan ayıran bir özelliği, şatonun devlete değil Blois kentine ait olması. Şato’dan ayrılmadan önce sol taraftaki teras bölümünden Blois şehrinin tepeden görünüşü ve bölgenin tipik özelliği arduaz çatıların da seyredilebileceğini hatırlatalım.
Chambord Şatosu
Blois kentinin hemen kuzeyinde, oldukça geniş bir çayırlığın ortasında bulunan Chambord, yuvarlak hatları, garip şekilli kuleleriyle masallardaki sarayları andırır. “Donjon” adı verilen geniş ve kalın kulelerin çevrelediği tipik bir Rönesans eseri olan bu yapı, özellikle çatı katındaki pencereleri ve çatıdaki kubbemsi yuvarlak hatlarıyla, uzaktan bakıldığında insanı ‘Walt Disney’ yapımı bir çizgi film içerisinde hissettirir.
Şato 1. François tarafından av köşkü olarak yaptırılmış. 1519 yılında Leonardo da Vinci’ye şatonun planları yaptırılmış, yapımına da da Vinci’nin Amboise şatosunda ölümünden bir kaç ay sonra başlanmış. Şatonun bir diğer özelliği de merkezi planlı olarak yapılan ilk sivil amaçlı yapılardan biri olması. 16. Yy.da Rönesans akımının yanısıra, krallığın ülke içerisinde güvenliği ve otoritesini kurma yolundaki başarısı, şatoların da giderek askeri amaçlı, savunmaya yönelik Ortaçağ kaleleri olmaktan çıkıp, zevk için yaptırılan süslemeli, bezemeli av köşklerine dönüşmesine yol açmıştır.
Duvarların çevresinden dolaşıp giriş kapısından iç avluya geçildiğinde, tam ortada Ortaçağ’ın tipik kare planlı yapısı belirir. Dört tarafı geniş ve yayvan donjonlarla çevrelenmiş bu binanın üzerindeki İtalyan etkisi kabartmalarla çatı katındaki pencerelerle ve o dönem için devrimci sayılabilecek çatıdaki küçük kuleciklerle, da Vinci geçmişin mirası üzerine yeni tasarımların nasıl oturtulabileceğinin bir dersini veriyor. Gerek avlunun sağ kısımdaki 1. François apartmanlarında olsun, gerek kare binanın arka bölümündeki 14. Louis apartmanlarında olsun İtalyan mobilyalar, süslemeler ve Rönesans iç mimari anlayışı ağırlığını hissettiriyor. Ancak şatoda bir yer var ki, hiç şüphesiz tüm binanın en önemli parçası: Kare binanın tam ortasında bulunan ikili merdiven. Aynı merkezin çevresinde dönen ve her katta birbirinden farklı çıkışlara sahip, üstüste oturtulmuş olan iki ayrı merdivenden oluşuyor. Leonardo’nun inanılmaz dehasının eseri olan bu yapı, iki kişinin birbirlerini görmeden inip çıkabilmesine ve her katı gezebilmesine olanak tanıyor.
Bu merdivenle çatıya çıkıldığında giriş kapısından metrelerce ileriye doğru uzanan bahçeleri ve gölü görebiliyorsunuz. “Güneş-kral” 14. Louis’nin Versailles’ın da mimarı olan Jules-Hardouin Mansart’a yaptırdığı bu bahçeler tipik Fransız bahçeleri ve Versailles bahçelerinin küçük bir replikası. Çatı katındaki pencerelerde ve şöminelerin üzerinde ise şatonun ilk sahibi François’nın ünlü salamander’i sizleri selamlıyor.
Azay-Le-Rideau Şatosu
Tıpkı Chambord gibi sivil amaçlı olarak yapılan Rönesans tarzı şatolardan biri olan Azay-Le-Rideau, Tours kentinin güneyinde kalan bir gölün kıyısında kurulmuş. “L” şekinde olan bu yapı, açılır kapanır bir köprü ile karaya bağlanan ve dış çevresi sularla korunan bir şato. Bu gün açılır kapanır köprü varolmasa da , hendekler ve yapıyı çevreleyen göl hala duruyor.
1498’de hazineden sorumlu Gilbert Berthelot tarafından satın alınan bina, 1527’de mali skandallar nedeniyle Berthelot’nun ortadan kaybolmasıyla kral 1. François’nın eline geçiyor. Kendi Rönesans zevkini şatoya yansıtan kral, binan tam ortasında aynı Blois’da olduğu gibi İtalyan stili bir dış merdiven yaptırıyor. İç mekanların düzenlenmesi de gene bu dönemin etkisi altında kalınarak gerçekleştiriliyor.
François’nın burada hiç oturmamış olmasına karşın, şato yine de bölge tarihinde önemli mekanlar arasında. Bunun nedeni, din savaşları sırasında Protestanların sığındığı bir mekan olmasında. Fransa’da ve özellikle şatoların bulunduğu Orléans bölgesinde bu dönemde çok sayıda katliam gerçekleştiriliyor. Özellikle, 1572’de yine bu bölgede meydana gelen ve binlerce Protestan’ın bir gecede katledildiği St. Barthélemy katliamı Protestanların bu bölgedeki varlığını sona erdiriyor. İşte bu katliamlardan kaçan az sayıdaki Protestan da Azay-Le-Rideau’ya sığınıyor. Ancak tüm ülkede olduğu gibi, burada da bu mezhebe mensup kişilerin kaderi değişmiyor ve bir kaç ay sonra Katolikler tarafından bulunup öldürülüyorlar.
Villandry Şatosu
Azay-Le-Rideau’nun kuzey-batısında, Tours kentinden de geçen Cher nehrine yakın bir yerde bulunan Villandry’yi diğer bütün şatolardan ayıran bir özelliği var: Eşi bulunmaz bahçeleri. Bölgedeki diğer şatolar mimari özellikleri, süslemeleri ya da mobilyaları ile ün kazanmışken, Villandry muhteşem bahçe düzenlemeleri, ender bulunan bitkileri, özel yetiştirilen çiçekleriyle çok farklı bir yere sahip ve bu nedenle kesinlikle görülmesi gereken mekanlar arasında.
1536 yılında 1. François’nın bakanlarından Jean Le Breton satın alıyor bu yapıyı. O dönemde basit bir Ortaçağ kalesi olan binanın sadece donjon kısmını bırakıp geriye kalanını yıktırıyor ve yerine bugünkü Rönesans şatosunu yaptırıyor. Daha sonraları birçok defa el değiştiren şatoyu 1906 yılında koleksiyoncu Carvallo satın alıyor ve bahçeleri restore etme çalışmaların başlıyor. Yıllar içerisinde bahçeler gelişip güzelleşerek bugünkü konumuna geliyorlar.
Bahçeler 3 farklı seviyeden oluşuyor. Giriş katı ile aynı seviyedeki alt bahçede, çeşitli bitkiler, meyve ağaçları ve süs bitkileri geometrik şekillerde ve eşboyutta dokuz kare meydana getirecek şekilde düzenlenmiş. Ortada ise dört kısma ayrılmış güller yer alıyor. İkinci seviyede bulunan orta kat; nota ve müzik enstrümanı şeklinde kesilmiş çiçeklerin üç ayrı kare oluşturduğu ‘müzik bahçesi’, güzel kokulu sağaltıcı bitkilerin üç daire oluşturduğu ‘basit bahçe’ ve tüm şatonun favorisi aşkın çeşitli sembollerini taşıyan ‘aşk bahçesi’nden oluşuyor...Özellikle her bir renk kümesinin ayrı bir anlam ifade ettiği, farklı biçimlerde kesilmiş ve gruplandırılmış çiçeklerin bulunduğu aşk bahçesini gezerken, bu güzelliğe hayran kalmamak gerçekten çok zor. En yukarda ise asmaların altından geçerek gölün bulunduğu üst bahçeye ulaşılıyor.
Şatonun içine girip donjonun en tepesine kadar çıkıldığında, az önce gezdiğiniz bahçeleri yukardan kuşbakışı görmek, figürlerin ve bahçelerin farklı temalarının daha kolay algılanabilmesi için kaçırılmaması gereken bir fırsat. Bahçelerden yayılan o sihirli kokularla büyülenip, bu huzurlu dünyada saatlerinizi harcayacak, zamanın nasıl geçtiğini anlayamayacaksınız.
Chenonceau Şatosu
Chenonceau doğa ile insan ürünü bir yapının bütünlüğünü yansıtması açısından Loire şatoları içerisinde belki de en büyüleyicisi. Cher nehri üzerinde kurulmuş olan bu köprü-şato tarihte bir çok kere el değiştirmiş, oldukça gözde olan bir mekan. 1. François döneminde nehrin sadece bir kıyında bulunan bir kale iken, 1547’de 2. Henri’nin başa geçmesiyle kalenin kaderi de değişiyor. Henri şatoyu 39 yaşındaki metresi Diane de Poitiers’ye armağan ediyor. De Poitiers, kaleyi bir şato haline getiriyor ve karşı kıyıya uzanan bir köprü olmasını sağlıyor. 12 yıl boyunca burada yaşayan ve adeta buraya aşık olan de Poitiers, 1559 yılında 2. Henri’nin ölümünü fırsat bilen kıskanç kraliçe Catherine de Medicis tarafından buradan çıkartılıyor. Catherine de Medicis buraya yerleşerek köprünün üzerindeki galerileri yaptırıyor. 1730 yılında general Dupin satın alıyor şatoyu ve karısına armağan ediyor. Karısı buraya Voltaire, Condillac, Montesquieu gibi dönemin filozoflarını topluyor. II. Dünya Savaşı sırasında Alman işgaline uğrayan şato 1944 yılındaki müttefik bombardımanı nedeniyle yıkılma tehlikesi geçiriyor ve 4 yüzyıllık vitraylar yok oluyor.
Tarihteki sahiplerinin hep bayan olması nedeniyle “Hanımlar Şatosu” (Chateau des Dames) olarak da anılan şatonun giriş bölümünde Diane de Poitiers’nin odaları ve ünlü mutfaklar yer alıyor. 60m. uzunluğunda galeriden geçilip de karşı kıyıya ulaşıldığınızda sizi, güzel bir yürüyüş parkuru olan büyük bir orman karşılıyor. Fakat hiç şüphesiz en dinlendirici ve mutluluk verici olan nehrin kıyısında oturup, günbatımında şatonun nehrin sularına düşen görüntüsünü seyredip, kemerlerin altından akıp giden suları seyretmek. Bin yıllardır akan bu nehrin Fransa tarihinin; ihtirasların, kıskançlıların, savaşların ve aşkların canlı tanığı olduğunu hissederek.