Bach&'ın İzinde Almanya


Yıllardır yurtiçi ve yurtdışında kültür gezileri düzenleyen FEST Travel, geçtiğimiz Nisan ayının ilk haftası içerisinde, Johann Sebastian Bach'ın doğduğu, yaşadığı ve çalıştığı, Almanya'nın belli başlı şehirlerine bir gezi tertip etmiş, biz de programın çekiciliğine dayanamayarak bu geziye katılmıştık. Gezi, Kabalcı Yayınları'ndan çıkan Bach - Yaşamı ve Eserleri adlı kitabın yazarı Aydın Büke'nin yönlendirmesiyle konulan konserlerle daha da zenginleştirilmişti. Muhteşem bir kültür mirasına sahip olan Almanya'nın önemli müzelerine yapılacak ziyaretler de gezinin bir diğer ayağını oluşturmaktaydı. Biz bu yazımızda, sadece müzikle ilgili izlenimlerimizi sizlerle paylaşmak istedik.

 

İLK DURAGIMIZ BERLİN

 

Berlin, sanat ve özellikle müzik yaşamı açısından Avrupa'nın en zengin şehirlerinden biri hiç şüphesiz. Çok sayıda tiyatro salonunun yanısıra tam üç opera binası bulunan Berlin, dünyanın en ünlü konser salonlarından birine de ev sahipliği yapıyor. Pazar günü olmasına karşın, gezi grubu için özelolarak açılan Philharmonie adındaki binayı, özel açıklamalar yapan bir rehber eşliğinde gezme ve bu sayede akşam konserinin prova hazırlıklarına tanık olma mutluluğunu yaşadık.

 

Berlin Filarmoni Orkestrası'nın geçmişi 1882 yılına dayanıyor. Hans von Bülow, Arthur Nikisch ve Wilhelm Furtwiingler gibi çok ünlü şefler yönetiminde çalmış olan Orkestranın merkezi olan mevcut bina, Herbert von Karajan'ın şefliği döneminde inşa edilmiş. Konserler, bu ünlü bina yapılmadan önce, buradaki buz pateni binasında verilirmiş. Titania Palace adındaki bu binanın 1944 yılında bombalanmasından sonra müzisyenler şehirde hem çalgı hem de konser verebilecekleri bir mekan arayışına girerler. Derken arayış sonuçlanır ve savaşın ardından ilk konser, ateşkesten bir ay sonra, Nazi döneminde yasaklanmış bestecilerden Felix Mendelssohn'un Bir Yaz Gecesi Rüyası adlı eseriyle verilir.

 

Öte yandan, konserlerin bir salondan ötekine dolaşılarak verilmesi, yeni bir salonun bir an önce yapılması gerekliliğini gündeme getirir ve 1956 yılında, Berlin Senatosu'nun aldığı kararla açılan yarışma sonucunda, binanın inşası Hans Scharoun ve Werner Weber'e teslim edilir. Yer olarak da, dümdüz bir arazi olması nedeniyle "Tabula Rasa" adı verilen Potsdamer Platz üzerinde karar kılınır.

 

Philharmonie binasına ilk kazma 1960 yılında vurulmuş. Berlin şehrinin 1961 yılında ikiye bölünmesinin ardından, 1963 yılında tamamlandığında ise duvarın bitişiğinde kalmış. Binanın 23 Kasım 1963 tarihindeki açılışında seslendirilen eser, Beethoven'in Dokuzuncu Senfonisi... Rehberimiz bize, çocukluğunda babasıyla birlikte gemiyle dünyayı gezen Scharoun'un, binaya da bir gemi imajı yansıttığını; binanın içinde ve dışında gemilerle ilgili simgelere rastlandığını anlattı. Koltuk düzeninde ise, kat kat teraslardan oluşan üzüm bağlarından esinlenen Scharoun bu düşünceden hareketle, balkonlarda "demokratik" bir yerleşim düzeni öngörmüş.

 

Akustik açıdan, dünyanın sayılı konser salonlarından biri sayılan 2,218 dinleyici kapasiteli büyük salonun bazı koltukları yerlerinden çıkartılarak müzisyenlerin yerleşmelerine olanak tanınabiliyor. Yine Scharoun'un ortaya attığı Oda Müziği Salonu ve Müzik Enstrümanları Müzesi ise, maddi sıkıntılar nedeniyle ancak 1985-1987 yılları arasında, öğrencisi Edgar Wiesnewski tarafından gerçekleştirilebilmiş. Müzik Enstrümanları Müzesi, 17. ve 19. yüzyıllar arasındaki dönemlere ait çeşitli özgün çalgılarıyla, müzik tutkunları için gerçekten çok hoş ve etkileyici bir yer.

 

BOULEZ'DEN UNUTULMAYACAK BİR MAHLER 3

 

Gezinin Berlin durağındaki en etkileyici anlardan biri de, bu muhteşem salonda, Pierre Boulez yönetimindeki Staatskapelle Berlin topluluğunu, Gustav Mahler'in İkinci ve Üçüncü senfonilerinde dinlemekti. Mahler'in tüm senfoni ve orkestra eşlikli "lied"lerinin seslendirildiği "Malıler Zyklus" çerçevesinde veriliyordu konserler. Ünlü Alman solistler, soprano Dorothea Röschmann ve mezwsoprano Petra Lang'ın solist olarak yer aldıkları İkinci Senfoni'nin Boulez yorumu, orkestranın bazı olumsuzluklarına karşın (yer yer boğuk yaylılar, sıradan bakırlar, özelliksiz vurmalılar), tüm salondakileri büyüledi. Röschmann müthiş bir soprano; nüanslara sahip zengin ve pırıl, pırıl bir ses...

 

Mozart yorumlarıyla ünlenen Röschmann, Mahler'de de başarılıydı. Boulez kanımızca gerekli heyecanın ortaya çıkmadığı düzgün bir yorum sundu. Fakat sonraki akşam seslendirilen Üçüncü Senfoni'nin yorumu, 82 yaşına rağmen enerjisinden hiçbir şey kaybetmediği belli olan Boulez'in canlı, hayli hızlı ama hiçbir şeyin yüzeysel kalmadığı, renk dolu, duygu dolu, gizem dolu kolay unutulmayacak bir Mahler yorumcusu olduğunu gösterdi. Amerikalı soprano Michelle DeYoung'dan ise biraz daha kendini vermesini beklerdik. Staatskapelle Berlin Topluluğu, Devlet Operası Korosu ve Aurelius Sangerknaben adındaki harika çocuk korosu, Boulez yönetimindeki bu konserle birlikte belleklerimize iyice kazındı.

 

EUTSCHE OPER'DE AZİZ MATTA PASYONU

 

Unutulmayacak bir akşam da, Berlin'in üç opera kurumundan biri olan Deutsche Oper'de seyrettiğimiz, Johann Sebastian Bach'ın Aziz Matta Pasyonu'nun Mendelssohn versiyonu idi. Grup olarak, gezimizin Paskalya vesilesiyle dinsel ağırlıklı eserlerin çokça yorumlandığı bir döneme rastlamış olmasını ve bu sayede, böylesine olağandışı bir yapıma tanıklık etmemizi büyük şans olarak nitelendirdik. Felix Mendelssohn Bartholdy, Bach'ın ölümünden sonra unutulmuş olan bu muhteşem eserini 100 yıl kadar sonra ortaya çıkartmış ve bütünüyle yeni bir tarzda, yeniden yaşama döndürmüş. Mendelssohn, Aziz Matta Pasyonu'nun hem bazı notalarını, hem tempolarını değiştirmiş. Örneğin, eserdeki kimi arya ve resitatifleri kaldırıp, "durağan" (resitatif benzeri) aryaları kısaltırken, "obua da caccia" için beste¬lenmiş bazı bölümleri klarnete tahvil etmiş.

 

Bu değişiklikleri yaparken, viyola da gamba'nın o devirde unutulmuş bir çalgı olması gibi pratik nedenlerden hareket eden Mendelssohn'un, aynı zamanda, eserin dramatik yanını öne çıkartmak ve dini bir eserin dinleyicilere kilise dışında da dramatik boyutlarda sunulabilmesi gibi kaygılar taşıdığı biliniyor. Mekan değişikliğinden hiç zarar görmeyen eseri, tam aksine bu sayede, farklı boyutlarıyla tecrübe edebilme imkanı yakaladık.

 

Solo seslerin temel çalgılarla sergilediği uyum, birinci ve ikinci koronun sağlı sollu yerleştirilmesinin yarattığı akustik etki ve Yunan tragedyası tekniği kullanılarak yaratılan görsel "efekt" müt¬hişti. Solistler, Clemens Bieber (Evangelist), Markus Brück (İsa), Lenus Carlson (Pilatus) ve özellikle alto Sarah van der Kemp kusursuza ya¬kındı. Deutsche Oper Orkestrası'nı Samuel Bklıli yönetiyordu. Bu güzel yapımın yönetmenlerini de anmadan geçmeyelim: Günther Decker, Götz Friedrich ve Dietlinde Calsow... Grupta özellikle Bach yorumları alanında uz¬manlaşmış bir arkadaşımızın da belirttiği gibi, bu kadrolar bellidir, Bach'ın vokal eserlerinin ses¬lendirildiği hemen her yerde karşımıza çıkarlar. Öyleyse, biz de, bu kadroyu ve bu yapımı başka bir yerde yakalayacak olursanız, "sakın kaçırmayın" deyip, geçelim Dresden'e...

 

BOMBALANMIŞ SEMPEROPER'IN İHTİŞAMI

 

İkinci durağımız, kültür merkezi olarak tanınan güzelim Dresden şehri, 1945 yılının 13 ve 14 Şubat günlerinde müttefiklerce rasgele bombalan¬mış. Bu nedenle, şehrin birçok binasına hala bombardımanların siyah izleri hakim. Ama şe¬hirde yoğun bir yenileme faaliyeti de var ki bu gidişle Dresden birkaç yıl içinde eski görkemli gö¬rünüşüne kavuşacak gibi gözüküyor.

 

Dresden'i müzik şehri olarak ünlü kılan, tiyatroları ve operası... Bombardımandan nasibini alan binalardan biri de, ünlü Semperoper. 1678 yılından itibaren, sekiz ayrı opera binası yapılmış bugünkü Semperoper'in yerine. Ünlü orkestra şefleri, şarkıcılar, besteciler damgalarını vurmuşlar buraya. İlk Alman operası sayılan Daphne'nin bestecisi Heinrich Schütz, Johann Adolph Hasse ve Carl Maria von Weber, bu isimlerden sadece birkaçı.

 

1841 yılında açılışı yapılan yeni Saray Tiyatrosu, mimarı Gottfried Semper'i tüm Avrupa'nın gözde mimarları arasına koyuvermiş. Richard Wagner, açılışın hemen ertesi yılı, orkestra şefi olarak davet edilmiş. Ünlü besteci de, Rienzi, Uçan Hollandalı ve Tannhiiuser operalarının ilk seslendirilişlerini burada gerçekleştirmiş. Erken Rönesans tarzındaki opera binası, 1869 yılında çıkan bir yangının kurbanı olunca, yeni binanın yapımını oğul Semper'e teslim edilmiş ve neticede bugünkü opera binası ortaya çıkmış.

 

Semperoper, dış görünümüyle olduğu kadar iç dekorasyonuyla da dikkat çekici. Hayli zengin süslemelerine rağmen aşırı gösterişe kaçılmadığı rahatlıkla söylenebilecek, klasik bir tiyatro biçimindeki salon, galeriler ve localarla çevrili. Daire biçimindeki fuaye ise çok farklı renklerdeki mermerlerle bezenmiş, hayli renkli ve etkileyici bir mekan. Akustik açısından Milano'nun La Scala Operası ile yarıştığı söyleniyor. Karl Böhm, Richard Strauss - ki dokuz operasının ilk seslendirilişleri burada yapılmış - Semperoper'de iz bırakmış dev şefler.

 

Opera binasının 1945 bombardımanından nasibini aldığını söylemek gerekir. Yenileme çalış¬maları tam 40 yıl sürmüş ve bu arada dış cephe orijinaline sadık biçimde restore edilmiş. Binayı yenilerken, dış cepheyi de biraz arkaya çekmişler ve böylece Kral Johann'a ait bir heykel (1873) bulunan ihtişamlı bir meydan çıkmış ortaya.

 

GÜNÜMÜZE TAŞINMIŞ MACBETH

 

Semperoper'de akşam Verdi'nin Macbeth operası için yerlerimiz hazırdı. Doğrusu bu ya, en sevdiğimiz operalardan biri olmasına karşın, nedense bu mekanda bir Richard Strauss veya Weber operası dinlemeyi düşlemiştik. Şimdilerde hemen tüm opera yapımlarında olduğu gibi, bu Macbeth de günümüz ortamına çekilmişti. İktidar hırsının insanı nasıl da en yakın çevresine bile yabancılaştırıp acımasız bir yaratık haline getirdiği, çarpıcı bir şekilde gözler önüne serilmeye çalışılıyordu. Ama bize göre çok da özellikli bir yapım olmamıştı bu Macbeth.

 

Philipp Himmelmann tüm dünyada ellinin üstünde opera sahnelemiş bir rejisör. Dünya operalarını izleyenler için tanıdık bir isim olan İtalyan bariton Paolo Gavanelli çok iyi bir Macbeth sergilerken, Alman soprano Nadja Michael için bu düşünceyi paylaşamadık. Michael, Lady Macbeth için gereken güçlü sese sahipti ama sesi ifadesiz, tekdüze ve aşırı derecede sallanmaktaydı. Temsilin önemli seslerinden biri de Macduff rolündeki Wookyung Kim idi. Elimizdeki kitapçıkta, şef Alexander Joel'in 2005 yılından beri Semperoper'de bu operayı yönettiği belirtilmiş. Ama doğrusu, o akşam akıllarda kalan bir yönetim sergilediği söylenemezdi Joel'in. Yine de, Dresden'in Semperoper salonunda bir opera seyretmek çok güzeldi. Bu arada, belirtmeden geçmeyelim, şehrin Staatskapelle Dresden adında çok da ünlü bir orkestrası var. Kurt Sanderling, Rudolf Kempe, Herbert Blomstedt, Giuseppe Sinopoli ve son olarak Bernard Haitink, bu ünlü orkestraya damgalarını vurmuş ünlü şefler.

 

LEIPZIG Leipzig, muhteşem binaların süslediği Dresden'den sonra, merkezi dışında, tam bir "demir perde gerisi" şehri olarak karşımıza çıktı. Savaş sonrasıyla birleşme arasındaki dönemde yapılmış çok sayıda bina yıkım halinde. Öyle görünüyor ki, Leipzig de birkaç yıl içinde çehre değiştirecek. Vaktiyle, finans ve ticaret merkezi olarak ünlenen şehir aslında çok önemli bir müzik merkezi ve halen bu ününü koruyor. Müzikseverler bugün Leipzig'i JS. Bach, Schumann, Mendelssohn, Wagner ve tabii Gewandhaus Orkestrası'nın şehri olarak tanıyor.

 

Ama Beethoven, Mozart, Mahler de bu şehirden geçmişler. Mozart, Bach'ın 27 yıl boyunca kantor olarak görev yaptığı Thomaskirche'de (Aziz Thomas Kilisesi) konser vermiş. Leipzig'e gelir gelmez elbette ilk olarak, 1950 yılından beri Bach'ın mezar taşının bulunduğu, kantor ve müzik yöneticisi görevlerini yürüttüğü, her hafta, yeni bestelediği kantatlarını ve diğer eserlerini yönettiği, şehrin simgeleri olan Aziz Thomas Kilisesi'ni ve onun karşısındaki Bach Müzesi'ni gezdik.

 

Sadece gotik bölümü ayakta kalan Kiliseye girince etkilenmemek mümkün değil. Yapının önündeki meydana 1908 yılında büyük boyutta bir Bach heykeli dikilmiş. Bach Müzesi, Bach üzerine araştırmalar yapan uluslararası üne sahip Leipzig Bach Arşivi Vakfı'na bağlı olarak hizmet veriyor. Bach'ın yaşamıyla ilgili bazı belgelerin sergilendiğini öğrendiğimiz ve büyük heyecanla girdiğimiz Müzeden, beklentilerimizi tam anlamıyla karşılamamış olacak ki, biraz hayal kırıklı¬ğı içinde çıktık.

 

Şehrin bizler için en önemli binalarından birine, maalesef gündüz vakti, havasını teneffüs edebilmek için uğruyoruz. Neue Gewandhaus binası ile aynı adı taşıyan şehrin orkestrasının hikâyesi ilginç. 1743 yılında 16 tüccar arkadaş akşamları kafelerde, orada burada konser vermeye başlıyor ve çok da destek görüyorlar. O kadar ki, 1781 yılında il idaresi kendilerine sanatlarını icra edebilmeleri için bir yer gösteriyor. Dokumacıların kumaşlarını sergiledikleri bu eski binanın adı, "Gewandhaus" yani "Kumaş Salonu". Orkestranın gelişip ünlenmesi, Mendelssohn'un yaşadığıdöneme denk düşüyor. 1835-1843 yılları arasında "kapellmeister" yani genel müzik direktörlüğügörevini üstlenen besteci aynı zamanda şehrin konservatuarının da kurucusu.

 

İkinci Dünya Savaşı'nın sonunda, 1944 yılında, ikinci konser binasının da bombalanması üzerine, 1981 yılında Neue (Yeni) Gewandhaus inşa edilmiş. Binanın dışarıdan güzel olduğunu söylemek zor ama akustiği dünyaca ünlü. Leipzigli müzik¬severler binaya, 1970- 1996 yılları arasında Orkestranın müzik direktörlüğünü üstlenen şef Masur'a ithafen, "Masurium" adını vermişler. Akşam konser izleyemedik. Buraya kadar gel içeri girememek içimizi acıttı doğrusu.

 

Mutlaka ziyaret edilmesi gereken bir başka yer de, Mendelssohn'un, Gewandhaus'un yakınlarında bulunan Müze Evi. Mendelssohn'un ailesiyle 1845 yılında yerleştiği, aralarında Elijah (İlyas) Oratoryosu'nun da bulunduğu çok sayıda eserini bestelediği ve içinde öldüğü ev daha sonra çok zengin bir müzeye dönüştürülmüş. Bestecinin el yazmaları, mektupları, eşyaları ve m olduğu kadar güzel sulu boya tabloları da sergileniyor burada. Kurt Masur'un girişimiyle kurulan uluslararası nitelikteki Vakıf restorasyon işlemleri için kolları sıvamış. Çok uzun yıllar, bir-iki eseri dışında yeterince değerlendirilemeyen bu önemli besteciye karşı yapılan; müziğinin yasaklanması, notalarının yakılması, heykelinin yıkıl¬ması gibi haksızlıkları telafi etmek istemiş sanki. Ziyareti kaçınılmaz olan ancak bizim zaman darlığından ötürü gidememiş olduğumuz bir başka müze de, Clara ve Robert Schumann'ın 1840-1844 yılları arasında yaşadıkları ev.

 

Leipzig'i bizce unutulmaz kılan bir olay da; Aziz Thomas Kilisesi'nde, 16. Kantor görevini üstlenen Georg Christoph Biller'in yönetimindeki Gewandhaus Orkestrası ve şehrin ünlü Thomaner Korosu'ndan Aziz Yuhanna Pasyonu'nu, 1749 yılına ait dördüncü sürümüyle dinlemekti. Dinsel eserlere pek meraklı olmayanları bile büyüleyen eserin, viyola da gamba solo girişinden sonra alto (Matthias Rexroth) tarafından seslendirilen Es ist wllbracht aryası, sopranoya (Ruth Holton) Zerflieβe , mein Herze aryasında eşlik eden flüt ve obua da caccia'nın söyleşileri ve koronun seslendirdiği Ruht wohl, ihr heiligen Gebeine, insanın nefesini kesen, duygusallığı doruklara taşıyan anlardı.

 

Ya Thomaner Korosu'nun o gencecik seslerini nasıl tanımlamalı? Acaba melekler mi süzülüp indi, diye düşünmeden edemedik. Kadro özellikle Bach'ın dinsel eserlerini defalarca söyleyip kaydetmesiyle biliniyor. Leipzig şehrinden elli yıl kadar sonra, 1212 yılında, dinsel eğitimin verildiği Aziz Thomas Manastır Okulu'na bağlı olarak kurulan Koronun ilk kantoru Georg Rhau olmuş; Bach ise bu görevi 1723'den 1750'ye dek üstlenmiş. Koro ancak uzun bir zaman sonra halka açık konserler vermeye başlayabilmiş.

 

<b<KÖTHEN-WEINMAR-EISENACH-MÜHLHAUSEN-ERFURT

 

Bu üç büyük şehri, zamanımızın el verdiği ölçüde gezdikten sonra, dahi bestecinin yaşamında önem taşıyan daha küçük şehirlere doğru yolumuza devam ettik. Weimar'a giderken Köthen' den geçtik. Bach 1717-1723 yılları arasında, bu küçük ve sevimli kasabada, Prens Leopold'un sarayında müzik yöneticiliği yapmış. Sarayın çeşitli salonlarında dönem çalgıları sergileniyor. Köthen yılları, Bach'ın daha çok dindışı eserlerini bestelediği dönemini oluşturuyor. Brandenburg Konçertoları, Orkestra Süitleri, Solo Viyolonsel için Süitler, Solo Keman için Sonatlar ve Partitalar, İyi Düzenlenmiş Klavye'nin Birinci Kitap'ı hep bu dönemden kalma. Sarayın biraz ilerisinde bulunan küçük bir kilise ise, Bach'ın sıklıkla gelip çaldığı, tamir ettiği bir orgu barındırıyor içerisinde.

 

Weimar, Bach'ın 1708-1717 yılları arasında yaşadığı bir kültür merkezi. Ama biz pratik nedenlerle Weimar'a Köthen'den sonra vasıl olduk. "Alman Klasisizminin beşiği" olan Weimar; Goethe, Schiller, Nietzsche, Bach, Liszt, R.Strauss, Schumann, Weber, Paganini ve tarihe adını kazımış daha nice ünlünün gelip geçtiği, yaşayıp öldüğü bir şehir. Bach Weimar'da Saray orgcusu ve Saray Orkestrası müzisyeni olarak çalışmış. Oğulları C.P.E. Bach ve W.F. Bach burada doğmuşlar. Aralarında ünlü Av Kantatı'nın da bulunduğu çok sayıda kantatını burada bestelemiş baba Bach. Sarayın müzik direktörlüğü görevine getirilmeyince de ailesiyle kentten ayrılmış. Weimar sadece uğranılması değil, kanımca özel olarak gidilmesi gereken, buram buram tarih kokan bir şehir.

 

Bir sonraki durağımız; Bach'ın 1685 yılında doğduğu ve on yaşına kadar yaşadığı Eisenach adındaki minik şehir. Yeni Bach Cemiyeti, bestecinin 1907 yılında doğduğu evi Bach Evi (Bachhaus) adıyla müzeye dönüştürmüş. Gittiğimizde restorasyon halinde olan evin içini göremedikse de, yanında inşa edilen yeni binada sergilenen çok sayıda el yazmasını görmek, eserleri özgün notala¬rından izlemek, örneğin 1751 tarihini taşıyan Füg Sanatı'nın ilk basımını ve 1702 tarihli bir org öğ¬retim kılavuzunu görmek güzeldi. Telemann ve Pachelbel de burada görev yapmış besteciler. Bach org çalmasını, Manastır'ın ilk orgcusu olarak görev yapan amcası Johann Christian Bach'tan burada öğrenmiş. Bunların dışında, buraya izini bırakan bir diğer önemli kişiliğin de Martin Luther olduğunu söylemek gerekir.

 

Son durak olan Erfurt'tan önce Bach'ın 1707¬1708 yılları arasında Aziz Blasius Kilisesi'nin orgcusu olarak çalıştığı, hatta daha sonra orgun onarımı için geldiği Mühlhausen'e uğruyoruz. Erfurt, Bach ailesinin yaşadığı, çalıştığı, büyükbaba ve onun babasının doğduğu, 8. yüzyılda kurulmuş sevimli bir yer. Martin Luther burada okumuş; Go¬ethe ve N apolyon burada karşılaşmışlar.

 

"Bach'ın İzinde Almanya" gezimiz Erfurt şehri ile sona ererken, müzik ve sanatla dolu yoğun bir hafta geçirmiş olmanın keyfiyle, biraz yorgun, ama Bach'ın müziğine biraz daha hayran, sanki yeniden başlamaya hazır, ülkemize döndük.

Andante Dergisi
01 Temmuz 2007-Ayşe Ökten

Kişiye Özel Geziler

Size Özel Turlar

Hayalinizdeki geziyi sayfamızda bulamadınız mı?

Hayallerinizdeki Geziyi, Hayallerinizin Ötesinde Yaşayın!

Nasıl bir program istediğinizi söyleyin, size hayallerinizdeki geziyi tasarlayalım, siz dünyayı nasıl görmek isterseniz öyle bir rotayla; herkes için değil sizin tercihleriniz, sizin hayalleriniz, sizin maceranız için

Gemi Gezileri
Makaleler
Fest Travel
Fest Travel Instagram
Fest Travel Youtube
Fest Travel Twitter
Fest Travel Facebook
Çalışma Saatleri
Pazartesi - Cuma : 08.30 - 18.00

Mesai saatleri dışında bize ulaşmak için [email protected] adresimize yazabilir ya da 0 850 622 33 78 no’lu telefonu arayabilirsiniz.
Barbaros Bulvarı, Barbaros Apt. No.74 K.7 D. 18-19 PK.34349 Balmumcu, Beşiktaş-İstanbul / Türkiye

Tel: 0 850 622 33 78
Faks: 0 212 216 10 30
E-Posta: [email protected]