
Ilkbaharin ilk belirtileriyle birlikte kendini dogaya atmaya hazirlanan çogu Istanbullu için en popüler istikametlerin basinda, hem sehirden adam akilli uzaklasmislik hissi verdigi, hem de günübirlik mesafede oldugu için Karadeniz kiyilari geliyor. Agva ve Sile ise bu kiyilarda turizmin en canli oldugu yerlesim bölgelerini olusturuyor. Ama simdiden söyleyelim: eger benim gibi, beklentileriniz yesilin tondan tona girerek Karadeniz'in hirçin maviligiyle bulustugu bir doga üzerineyse, hayal kirikligina hazir olun... çünkü insanoglunun betondan pençesi, sehrin içindeki kadar olmasa da, çoktan buralari da ele geçirmis bile...
Ilkbaharin ilk belirtileriyle birlikte kendini dogaya atmaya hazirlanan çogu Istanbullu için en popüler istikametlerin basinda, hem sehirden adam akilli uzaklasmislik hissi verdigi, hem de günübirlik mesafede oldugu için Karadeniz kiyilari geliyor. Agva ve Sile ise bu kiyilarda turizmin en canli oldugu yerlesim bölgelerini olusturuyor. Ama simdiden söyleyelim: eger benim gibi, beklentileriniz yesilin tondan tona girerek Karadeniz'in hirçin maviligiyle bulustugu bir doga üzerineyse, hayal kirikligina hazir olun... çünkü insanoglunun betondan pençesi, sehrin içindeki kadar olmasa da, çoktan buralari da ele geçirmis bile...
Gezimize Agva'dan baslayacagiz ama buraya giden orman yolunu tercih ediyoruz. Hem biraz daha doganin içinde olmak, hem de "torluk"lari görmek amacimiz. Torluk, odun kömürünün eski yöntemlerle yapildigi açik hava ocagina verilen ad. 20 kiloluk odun kömürünün 1000 kiloluk odundan 76 ila 107 saat arasi süren bir yakma isleminden elde edildigini burada ögreniyoruz.
Bu kisa "ögrenme" molasindan sonra, kimileri dogayla nispeten barisik, kimileri üzerine kuruldugu arazide tek bir yesil birakmamis müstakil evlerin arasindan geçerek, Agva'ya vardigimizda hirçin Karadeniz ve siddetli bir rüzgar bizi karsiliyor. Göksu ve Yesilçay derelerinin denizle bulustugu yerde keskin iyot kokusunu içimize çekerek, manzarayi seyre daliyoruz.
Agva'nin tarihi her ne kadar M.Ö 7. yüzyila kadar geri uzansa da, civar köylerdeki birkaç kalinti ve mezar disinda günümüze kalan kayda deger bir buluntu maalesef yok. Bu nedenle bu beldenin turizmi deniz ve doga ile sinirli kalmis. Dogadan geriye kalanlari söylemeye gerek bile yok, deniz turizmi ise sadece Karadeniz'in kisa yaz mevsimi boyunca faal.
Bu nedenle etraf, ilkbaharda olmamiza ragmen, halen kisin terkedilmisligi ve bakimsizligi ile moral bozucu bir görüntü altindaki kapali plajlar, kafeler, restoranlar, hatta otellerle dolu...
Ögle yemegi için Göksu deresi kiyisindaki onlarca tesisten biri olan Gizlibahçe Restaurant'i seçiyoruz. Güzel bahçesi ve sevimli dekorasyonuyla muhtemelen daha ilik ve günesli bir havada insana çok dingin bir deneyim yasatacak bu mekanda, sayica büyük ekibimize gayet hizli bir servis yapiliyor. Menümüz tabii ki raki, balik, salata. Özellikle üzüm tatlisinin çok ilginç ve bir o kadar de leziz oldugunu belirtmeliyim.
Yemek sonrasi ise, Göksu deresinde bir tekne gezisi yapiyoruz. Agva'nin en turistik aktivitesi de bu zaten. Derenin bir yakasinda yol olmamasi nedeniyle, o yakadaki tesislere ulasimin, dere üzerine kurulu halat tesisatiyla yapilmasi da bir baska ilginç boyut.
Esasen ilkbaharin ilk demlerinin yasandigi bu günlerde, yesilin kahverengiyle karisan tonlari mükemmel bir manzara yaratiyor. Ama bu manzarayi yakalamak bile çok zor: zira derenin iki yakasinda siralanmis olan butik otellerin ve restoranlarin bir kismi estetik olarak çok güzel ve dogayla uyumluysa da, büyük bir çogunlugu gerçekten görsel kirlilik yaratiyor. Tekne gezisi esnasinda çok farkli kus türlerini görmek de halen mümkün.
Gezimize Sile'de devam etmek için yola çiktigimizda bir ara durak yapiyor ve Akçakese Köyü'ne ugruyoruz.
1401'de Bizanslilardan alinan ve Türkmen asiretlerinin yerlestirilmesiyle Türklestirilen bu köy adini 1327'de Kocaeli yarimadasini ele geçiren Osmanli kumandani Akçakoca Bey'den aliyor. Ancak bu köyde özel olarak durmamizin temel sebebi, 600 yillik tarihinden ziyade mimarisi...
Yörenin geleneksel ev mimarisinin halen ayakta olan etkileyici örneklerini barindiran köy bu geleneksel mimarinin korunmasi amaciyla restorasyon programi kapsamina alinmis. Ama yaklasik iki yildir ödenek olmadigindan proje beklemede... Ümit, ödenek çikana kadar evlerin yikilmadan ayakta kalabilmesi...
Gezimizin son duragi ise Sile. Cilali tas devrinden bu yana insanoglunun ikamet ettigi bu çok eski yerlesim bölgesi ayni zamanda Cumhuriyet döneminin de ilk olusturulan belediyelerinden biri olma özelligini tasiyor.
Sile'de ilk olarak Aglayan Kaya diye anilan yerde duruyoruz. Taslari arasindan çikan su kaynaginin akis biçimi göz yasina benzedigi için böyle anilan bu dogal olusumla ilgili, birbirine kavusamamis asiklarin denize atladigi yer olmasi gibi rivayetler de yok degil. Üzerindeki kirmizi degirmenle ve etrafindaki gökyüzü ve deniz sarmaliyla çok fotojenik bir sahne teskil eden Aglayan Kaya'nin önünde bol fotograf çekip, Sile'nin sembolü olan 141 yillik tarihi Sile Feneri'ne gidiyoruz.
Osmanli Imparatorlugu'nun Fransiz Fenerler Idaresi'ne yaptirttigi bu fener, içindeki cihaz itibariyle Türkiye'nin en büyük feneri olma özelligini de tasiyor. 19 metre yükseklikteki fener bugün halen Karadeniz'in azgin dalgalariyla bogusan gemicilere kilavuzluk yapmaya devam ediyor.
Sile'deki tarihi kalintilardan biri olan Bizans gözetleme kulesi ise betonarme bazli bir restorasyon anlayisinin kurbani olarak kayanin üzerinde yükseliyor.
Gezimizi, Sile'de tek tük kalmis eski evlerin önünden geçerek ve tabii ki ünlü Sile bezinden yapilmis sevimli kiyafetler satan dükkanlarda gezerek tamamliyoruz. Içimden geçen ise, keske buralari söyle 20-30 yil önce görseymisim, halen etkileyiciligini sürdüren bu hirçin doganin el degmemisligini yasasaymisim....