
" />
Ganj Sularında Temizlenmek ve Ölmek... İslam - Hint Sanatının Şaheserleri... "Dünyadaki insanları iki sınıfa ayırmalı. Tac Mahal'i görenler ve görmeyenler..." demiş ünlü bir yazar. (Kim olduğunu anımsamıyorum.) Hayır bu kadar katı olmaya gerek yok...Ama görülmesi gereken kusursuz bir mücevher ; dünyanın, kaçıncı olduğu önemsiz, gerçek harikalarından biri, bu 17. Yüzyıl şaheseri... Tac Mahal'la ilgili bir sürü bilgiyi her ansiklopedide bulabilirsiniz. O nedenle, Moğol İmparatoru Şah Cihan'ın , 14. çocuğunu doğururken ölen büyük aşkı, karısı için yaptırdığı , muhteşem bir bahçeye oturtulmuş türbenin, ne ipek gibi kıvrılan mermer işçiliğinden , ne mermere kakılmış akik, firuze, zefir , yeşim gibi değerli taşların oluşturduğu renk cümbüşünden , ne de eşsiz hat sanatı örneklerinden uzun boylu söz edeceğim. Önce , 1980'de bu aşk anıtını görmek üzere Agra'ya gittiğimde yaşadıklarımı hatırlayacağım: Bir anı: 22 Yıl önce, Agra'ya bir akşam vakti ulaşabilmiştim. Gökyüzünde harika bir dolunay vardı. Kendimi Tac Mahal'ın bahçe kapısının önünde bulduğumda, kapı elbet kapalıydı. Yüksek dış duvarlardan içeriyi görmek olanaksızdı. Kapıya vurdum, vurdum, vurdum, inatla bekledim, yine vurdum. Sonunda açıldı. Daha doğrusu aralandı. Ufacık tefecik , benim yarı boyumda pijamalı bir Hintliyle aramda belki bir saat süren bir sağırlar diyalogu sonunda , "Sen Müslüman ben Müslüman, sen Zeynab ben İmam" sözleriyle kapı açıldı. Bahçeye girdim. Tac Mahal yalnız benimdi. Karşımda, çevreye ışık saçan Tac Mahal duruyordu. Işığa doğru, havuzun yanındaki o uzun yolu yürüdüm. Yürüdükçe ışık çoğaldı, beyazlık arttı. Gece nasıl bu kadar aydınlık olabilirdi? Onca ışık nereden geliyordu? Sonunda kavramaya başladım. Gördüğüm aydınlık iki Tac Mahal'ın beyaz mermerinden geliyordu. Biri karşımdaki, öteki sudaki...Karşımdaki Tac Mahal'in basamaklarını çıkmaya başladığımda , sudaki kayboldu, ama aydınlık yine de çoğaldı. Hintli imam, bana Tac Mahal'ın her bir köşesini gezdirdikten sonra, bir de o gün bugün yüreğimden çıkmayan bir armağan verdi. Kubbenin yankı gücünü göstermek için , tam ortada durup adımı kubbeye haykırdı durdu. Yankıyla ışık birbirine karışmıştı... Ertesi sabah saat beşte, gün ağarmadan önce yine döndüm oraya. Bahçe kapısının karşısındaki bir tepede, birkaç meraklıyla birlikte güneşin doğmasını beklemeye... Tepeye varmamla gözlerime inanamadım. Bir gece önceki o beyaz ışıklı mücevher yok olmuş, karşımda kara kuru ufacık bir yapı duruyordu....Korkunç bir düş kırıklığı... Derken, gökyüzü ağarmaya başladı. Yapının kara-gri rengi açılıyordu... Güneşin bir ucu göründü. Yapı pembeye dönüşmeye başladı... Güneş yükseldi, yükseldi, yükseldi... Yapı gözümün önünde yavaş yavaş genişliyor, büyüyor, yavaş yavaş yükseliyordu (sanki)... Karşımdaki pembelik koyulmaya başladı, koyuldu, koyuldu ve artık Tac Mahal kıpkırmızıydı. Güneş doğmuştu. Sonra giderek kırmızı yine pembeye , ardından beyaza dönüştü. Tac Mahal yine kocamandı, beyazdı, muhteşemdi. Belki bir gece önceki pırıltısı yoktu ama beyazdı,ışıklıydı. İşte 22 yıl önce bu olağanüstülüğe, bu değişime, Tac Mahal'in hangi ışığı alırsa onu yansıttığına tanıklık etmiş, bu değişime olanak tanıdığı için dolunaya, güneşe, gün ışığına teşekkür edip, oradan ayrılmıştım. Bu kez Tac Mahal'a sabahın dokuzunda gideceğimizi öğrendiğimde tedirgin olmadım değil. Çünkü o saatte Tac Mahal'ın ziyaretçi akınına uğradığını, milletin birbirini ezercesine dolaştığını biliyordum. Yanılmışım. Oralık sakin ve boştu. Ne oldu, dünya Tac Mahal'a ilgisini mi yitirdi yoksa? Hayır . 11 Eylülden sonra ziyaretçi sayısı yarıdan fazla düşmüş. Yalnız Tac Mahal'da değil,Hindistan'ın her yerinde aynı olgu geçerliydi. Etkileşim Tac Mahal, İslam -Hint mimarisinin şaheseri tamam, ama ondan önce Moğol İmparatorluklarının yapı sanatında attığı önemli adımlar var. Hindistan'daki Moğol egemenliği 1500 başlarından, 1700 ortalarına dek sürüyor. Ama Müslüman egemenliği daha da gerilere gidiyor. Memluk komutanı Kutbettin Aybeg , Delhi'yi ele geçirip Delhi Sultanlığının ilk hükümdarı olduğunda yıl 1193. Onun başlattığı, ölümünden sonra tamamlanan Delhi'deki Kutup Minar , kimilerine göre Hindistan'da Müslüman yönetimin başlangıcını vurgulamak için zafer kulesi olarak dikilmiş. Kimilerine göre ise hemen bitişikteki caminin minaresi... Öyle ya da böyle, bugün bile bu mimari şaheser, dünyanın en mükemmel anıtlarından biri sayılıyor. Yalnız o kadar da değil, Kutup Minar dünyanın her yerindeki modern mimariye örnek olmayı da , dünya mimarlarını etkilemeyi de sürdürüyor. Kutup Minar'ı görünce günümüzün İtalyan asıllı Amerikalı ünlü mimarı Cesar Pelli'nin Kuala Lumpur'da gerçekleştirdiği İkiz Kuleleri, Petronas kulelerini düşünmeden edemedim. "Hayalet şehir" Tac Mahal'dan çok daha önce , Moğol İmparatoru Ekber (Cihan Şah'ın dedesi) Hindistan'a, özellikle türbe mimarisine, bahçe düzenleme sanatını , çeşme ve su sevgisiyle birlikte , Türk ve Fars süsleme sanatlarını getirecekti. Delhi'deki Humayun Türbesi , bunun en muhteşem örneklerinden biri. Ayrıca bugün bile, Ekber, Hindulara göstermiş olduğu hoşgörü nedeniyle çok seviliyor. İmparator Ekber'in tüm düşüncelerini, estetik anlayışını gerçekleştirdiği yer ise Fatehpur Sikri. Daha 26 yaşındayken, başkenti Agra yakınlarındaki Fatehpur Sikri'ye taşır . Orada bahçeler içinde, havuzlar arasında dev bir kompleks kurdurur. Saraylar, salonlar, kuleler, harem... Ekber'in 300 eş ve cariyesi varmış. Eşlerinden biri Türk. Onun için yaptırdığı saraya Türk Sultanı Sarayı diyorlar. Hristiyan eşi için yaptırdığına da Meryem Sarayı... Sonra, imparatorluk ahırları, imalathaneler, hamamlar, cami, mescid, mutfaklar ... Sonra, ayrıntıların, zenginliğin , estetik tutkusunun, ince zevkin , ustalığın , mükemmel işçiliğin görkemli bütünlüğü... Sonra... Sıkı durun, bu şaheser 12 yıl sonra bilinmeyen nedenlerle terk edilir. Günümüzde Fahtepur Sikri muhteşem bir "hayalet şehir" . Bomboş. Yaşanılmayan. Bugün yalnızca gezip görmeye ya da dilek dileyip, çaput bağlamaya gidiliyor. Cihan Şah'ın yaptırdığı, Delhi'nin simgesi haline gelen, yeryüzünün en görkemli saraylarından birini içeren Kırmızı Kale ve Cuma Mescidi, yine İslam-Hindu sanatının en mükemmel örnekleri... Bütün bunları gezip görürken, Hindistan'da Türk, Fars, Moğol mimari ve sanat öğeleriyle, Hindu öğelerini bir arada yoğurup kullanan Hintlilerin ne denli kompleksiz ve hoşgörülü davrandıklarına tanıklık ediyordum. İçimden keşke yüzyıllar öncesinin mimari ve sanat alanındaki bu uyumunu , hoşgörüyü, dayanışmayı, günümüz politikasında da gösterebilseler diye geçiyordum. Ve güncel gerçekler Bir ülkeyi yalnızca sanat tarihiyle, sanat eserleriyle, sanatsal üretimiyle tanımaya çalışmak iyi güzel ama, güncel gerçeklere gözleri kapamak olmuyor, hiç olmuyor... Hindistan günlerim boyunca, beni büyüleyen sanat şaheserleri, mimarlık tarihi, kültür birikimi ile çevremdeki yoksulluk arasında gidip geliyorum. Bir ara Faruk Pekin'in elindeki Hindistan'a ilişkin istatistiklerin sıralandığı kitapçığı elime geçirdiğimde sayıların çarpıcılığı tedirginliğimi çoğaltıyor. Kaynak: "Human Development Report - İnsan Gelişimi Raporu- 2000" Bu rapora göre Hindistan nüfusunun yüzde 44'ü yoksulluk çizgisinin altında yaşıyor. Erkeklerin yüzde 65'inin, kadınların yüzde 43'ünün okuma yazması var. Yaşam süresi, erkeklerde 75 yaş, kadınlarda 54 yaş. Çocuk ölüm oranı, yeryüzünde en yüksek : 1995'de Yüzde 10'du. 2000Yılında yüzde 7. Hayır, bu rapor kız ve erkek çocuk ölümlerini ayırmamış. Ama ben biliyorum. Bugüne dek katıldığım kadın konularına ilişkin her uluslararası toplantıda şu gerçek dile getirilir. Hindistan'da , doğumla beş yaş arasındaki kız çocuklarının ölüm oranı, erkek çocuklarınınkinin iki katını aşar. Bunun da nedeni kız çocuk, erkek çocuk arasındaki biyolojik fark değil, gıdanın, bakımın, ilginin kızla erkek arasında eşit dağılmamasıdır. Tamam Avrupa ve Kuzey Amerika dışında her kıtada, her ülkede aynı eşitsizlik vardır ama bunun en aşırı örneği Hindistandadır. Bunları Delhi ya da Jaypur'da yerel rehberimizle konuştuğumda, şimdi durumun biraz daha iyileşmeye başladığını belirtecek ve savunma sırasında verdiği, anlattığı bir örnek beni yine dehşete düşürecekti : Hindistan'ın ücra bir köşesindeki kasabada beş yıl boyunca hiç kız çocuk doğumu kayda geçmemişti. Sözde hiç kız doğmamıştı ! ( Anladınız elbet: Doğan kız bebekler öldürülmüş, erkek bebeklerin yaşamasına izin verilmişti.) Ve olay ortaya çıktığında Hindistan'ın feministleri yemeyip içmeyip bunu dünyaya duyurmuştu! O kasabanın insanlarından çok, olayı duyuran feministlere içerliyor gibiydi bunu anlatan. Kadınlar Dünyası Anlaşıldı kadınlar dünyasına girdik... Zaten yukarıdaki sayılar da kadınlar dünyasını ilişkin ipuçları veriyordu. Uluslararası arenada kadın sorunlarıyla ilgili en faal, en etkin, en canla başla çalışan kadınların Hintli kadınlar olduğu hep dikkatimi çekmişti. Nedeni açık: Ülkelerinde işleri zor ve yapılacak çok işleri var. Belirtmeden geçmeyeyim: 1950'de seçme ve seçilme hakkına kavuşan Hintli kadınlar, mecliste yüzde 8 oranında temsil ediliyor. Bizdekinin neredeyse iki katıyla... Hindistan'da en az bizdeki kadar rezil, utanç verici, insanlık dışı , "gelenekten" kaynaklandığı söylenen uygulamalar var. Belki daha da fazlası... Bizim "töre cinayeti"ni aratmayan uygulamalar... Örneğin evli bir kadının kocası ölünce, kadının da kendini öldürmesi isteniyor ya da öldürülüyor. Ölen kocayla birlikte , henüz ölmemiş kadının da yakılması.... Rehberim yine savunmada: "Ama bunu kadın kendi isterdi, kimse zorlamazdı ki... Hem kocasız bir kadın nasıl yaşayacağını bilemezdi ki... Kocasına olan aşkından, ölüm acısından kendini ateşe atardı... " Geçmiş zamanda anlatıyor, çünkü bunlar hep eskidendi... Sözde eskiden... Bizde, kız "almak" için, erkek tarafı başlık verir. Hindistan'da tam tersi. Kız "vermek" için, (kızdan kurtulmak için de diyebiliriz) kız tarafı erkeğe para veriyor. Çeyiz parası diyorlar. Caypur'da rehberim açıklıyordu : "Kızlarını evlendirmek için, bir aile 3-4 yıllık çalışmasını, emeğini, gelirini vermek zorunda kalır." Alın işte kız çocuğu istememenin bir başka nedeni. Hindistan Anayasası cinsiyet ayırımcılığını, yasalar da evlilikte kız ailesinin erkek ailesine para ödemesini yasaklıyor. Ama yasağa karşın bu uygulama sürüyor. Ve parayı denkleştirip veremeyen gelin, yakılıyor. Rehberim tam buna da "eskidendi" diyecekti ki, kapı gibi o günkü "İndia Times" gazetesini burnuna dayadım: 21 Şubatta, Hindistan'ın Çotakhera köyünde, Ram Prasad'ın kızı , kaynanası ve kayınpederi tarafından çeyiz parasını ödemediği için yakılmıştı. Genç kadın 2000 yılının Nisan ayında evlenmiş ve parayı ödemek için bir süre istemişti. Erkek tarafı daha fazla bekleyememiş, kızı diri diri yakmıştı. Polis müdahalesiyle kız hastaneye kaldırılırken yolda ölmüştü. Kızın adı Punam'dı. Son yılların sayılarını bilmiyorum ama 1995'de, Bejing'deki "Dünya Kadın Konferansı"nda , Hindistan'da her yıl "çeyiz" nedeniyle yakılan gelinlerin sayısı 5 000 (yazıyla, beş bin) olarak açıklanmıştı. Daha iç açıcı şeylerden söz etmeliyim... Hani Hindistan'da en saygın ve en yaygın üç tanrıyı Brahma, Vişnu ve Şiva'yı anımsıyorsunuz ya... İşte Vişnu'nun sekizinci kez dünyaya gelişinde aldığı isim Krişna. Krişna'nın mütfhiş fantastik, iç açıcı bir öyküsü var: Krişna çocukken, çok yaramazmış. Günün birinde annesi, ağzı çamurlu diye Krişna'yi bir güzel azarlamış. "Çabuk çıkar o çamuru ağzından" -Çıkaramam- çıkarırsın- çıkaramam- çıkar- çıkaramam, derken... Küçün Krişna ağzını kocaman açmış. Çocuğa eğilen anne bir de ne görsün: Koskoca dünya, Krişna'nın ağzının içinde durmuyor mu! Koca dünya, dağları okyanusları, ormanları tapınaklarıyla ve tüm nimetleriyle Krişna'nın ağzında! Hani dünya Özdemir Asaf'ın gözüne kaçmıştı ya, burada da dünya Krişna'nın ağzına kaçıvermiş. Darısı herkesin başına. Dünya yüreğinize kaçsın... Anlaşılda Krişna beni çağırıyor. Öyleyse... Biliyor musunuz, Nepal'de trafik kazası yapar da adam öldürürseniz, cezası yüz bin rupi (2 bin dolar) ama kaza yapar inek öldürürseniz, en az 15 yıl hapis yatarsınız. Haydi artık Nepal'e gidelim. Ama önce saatleri 15 dakika ileri almak gerek. Hindistan'la komşusu Nepal arasındaki saat farkı 15 dakika